Okumaya, hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var şu günlerde. Ne kadar okursak, hiç yetmeyecek, hep devam edecek ki değişsin şu fena dünya. Manguel, "Okumakla birikim yaparsınız ve bu birikim geometrik olarak artar; okunan her yeni şey, okuyucunun daha önce okuduklarının üstüne yenisini inşa eder." derken haklıdır da. Hadi, sevgili okur. Bugün bir yudum kitabınızı ihmal etmediğiniz gibi, yeni bir kitaba başlayın. Sizin için, bizim için, güzel bir dünya için:
💮
Nebukadnezar'ın oğlu ya da torunu (bu konu soy araştırmacıları açısından kesinlik kazanmış) Kral Belşazar'ın Babil'i var; ki Tanrı'nın yazısını dubarda ilk gören kişi o. Büyük Iskender'in kuzey Hindistan'dan Mısır'a ve Yunanistan'a uzanan bir imparatorluğun başkenti yapmak istediği; fatihin 323 yılında, otuz üç yaşında ve elinde İlyada'nın bir kopyasını tutarken can verdiği Babil var. Aziz Yuhanna'nın kafasındaki büyük Babil- fahişelerin ve günahların doğduğu yer olan kent var: : Fuhuş gazabının şarabını tüm milletlere içiren Babil. Bir de benim taksi şoförümün Babil'i var: Teyzesinin oturduğu Hilla kentine yakın olan Babil.
Arkeologlar kitapların tarihöncesinin burada olduğunu (hiç değilse buraya yakın bir yerde) olduğunu savunuyorlar. Yakın Doğu'nun havasının serinleyip, kuruduğu dördüncü binyılın ortalarına doğru, güney Mezopotamya'nın tarım toplukları dağınık köylerini bırakıp, daha büyük kentsel yapılaşmalara gittiler. Bu kentler de kısa süre içinde kent-devletleri oluşturdu. Tarım yapılabilen az miktarda toprak için sulama teknikleri ve olağanüstü tarım gereçleri geliştirdiler. Bu yeni kentliler, dördüncü binyılın sonuna doğru, artan karmaşıklıktaki bir toplumu, onun yasalarını ve ticaretini düzenleyebilmek için insanlar arasındaki iletişimi kökten değiştirecek bir sanat biçimi buldular: Yazı.
Yazı, büyük bir olasılıkla, ticari amaç için yaratıldı. Kaç büyükbaş hayvanın hangi aileye ait olduğunu anımsamak için gerekiyordu. Ya da kaçının bir yerden bir yere götürüldüğünü bilmek için. Yazılı bir işaret, belleksel bir araçtı: Öküz resmi öküzün yerine geçiyordu. Okura alışverişin öküz üstünden yapıldığını, kaç öküz tuttuğunu ve belki de alan ile satanın adlarını belirtiyordu. Bu biçimde sunulan bir bellek, bir anlaşmanın belgesiydi.
İlk yazılı tabletlerin yaratıcısı, bu kil parçalarının, anıları bellekte tutmaktan daha geçerli olduğunu kavramış. olabilir, Tabletlerde saklanan bilgi sonsuz miktarda olabilir. İnsan tabletleri sonsuz sayıda üretebilir. Oysa beynin kapasitesi sınırlıdır. İkincisi; kil tabletler bilgiyi yeniden sunabilmek için bir bellek sahibine gereksinim duymazlar. Elle tutulamayan bir şey - bir sayı, bir haber, düşünce ya da emir- mesajı gönderen fiziksel olarak orada bulunmasa da elde edilebilir. Bir mucize gibi düşlenebilir, not alınabilir ve zaman ile yerin ötesine geçebilir. insanoğlu, medeniyetlerin ilk belirdiği günden başlayarak coğrafyanın ölümün ve unutkanlığın erozyonunun üstesinden gelmeye çalışmıştır. Tek bir eylemle -kil tablete yapılan ufacık bir çizikle- o adı sanı bilinmez ilk yazıcı tüm bu olanaksız gibi görünen şeyleri bir çırpıda başarmıştır.
Ne var ki, bu ilk çizik ile yaratılan yalnızca yazı olmakla kalmamıştır: Gerçekleşen bir başka buluş daha vardır. Yazı yazma eyleminin amacı metnin kalıcılığını sağlamak -başka bir deyişle okunabilir yapmak- olduğuna göre, çizik aynı anda bir okur da yaratmaktadır. Bu rol bir okur fiziksel anlamda var olmadan önce yaratılmış bir roldür. İlk yazan kil üstüne işaretler koymak türünden yeni bir sanat tasarlayadursun, oluşan bir başka sanat dalıydı. Bu olmadan işaretlerin hiçbir anlamı olamazdı. Yazar anlam üreticisi, işaretlerin yaratıcısıydı ama bu mesajların anlaşılabilir kılınması için onları çözebilecek, anlam verecek, seslendirecek bir büyücü gerekiyordu. Yani yazı bir de okur gerektiriyordu.
Yazar ve okur arasında baştan beri var olan ilişki olağanüstü bir çelişki sunar: Yazar okuru yaratırken, yazarın ölüm fermanını da yayımlamış olur. Bir metnin tamamlanabilmesi için yazarın aradan çekilmesi, var olmaması gerekir. Yazar var olduğu sürece metin tam değildir. Ancak yazar metni bıraktığı zaman metin var olur. Bu noktada varlığı sessiz bir varoluş biçimidir. Bu sessizlik, okur onu okuyana kadar sürecektir. Göz, tabletin üstündeki işaretlerle ilişki kurunca metin yaşam bulur. Yazılanların tümü okurun cömertliğine dayanır.
Okur ile yazarın arasındaki bu huzursuz ilişkinin bir başlangıcı vardır; gizemli bir Mezopotamya akşamüstünde tüm zamanlar için belirlenmiştir. Ölümünden sonra var olan bir yaratıcı, daha doğrusu, yaratılmışların kendi kendilerine konuşabildikleri ve onlar olmazsa bütün yazının öleceği, ölümünden sonra var olan yaratıcı kuşaklar ile ölürken doğuran ilk yaratıcı arasındaki verimli ama aynı zamanda anakronik bir ilişkidir. Okumak ta başından bu yana yazmanın yüceltilmesidir.
Yazı hemen çok güçlü bir beceri olarak benimsendi ve yazıcılar Mezopotamya toplumunun katmanlarında hızla yükseldiler. Okuma becerisi yazıcı için kaçınılmaz biçimde temeldi, ama ne yaptığı işe toplumun verdiği ad, ne de toplumun işi algılama biçimi okuma eyleminin varlığını içeriyordu; yalnızca onun belgeleme eylemine odaklanılmıştı. Yazıcı açısından işinin toplum tarafından kamu yararına belgeleme, kayıt tutma işi olarak algılanması, bilgiyi yeniden ortaya çıkarabilen kişi (buna bağlı olarak da ona anlam verebilen kişi) olarak görülmek daha güvenliydi. Bir generalin, hatta bir kralın dili ve gözleri olabilirdi ama böylesi bir siyasal güç ortaya dökülmemeliydi. Bu nedenle de Mezopotamya'nın yazıcılar Tanrıçası Nisaba'nın simgesi gözlerin önüne tutulan tablet değil, kil üstüne yazan aletti, yani, stylus'tu.
Mezopotamya toplumunda yazıcının rolünü abartmamak olanaksız gibidir. Yazıcılar haber iletmek; kralın buyruklarını yazıya geçirmek; yasaları kaydetmek; takvimi belirleyecek olan gökbilimsel verileri toplamak; asker, işçi, malzeme ve hatta sığırların hesabını tutmak; ticari ve mali anlaşmaları belgelemek; tıbbi bulguları ve reçeteleri yazmak; ordunun seferlerine katılarak savaşın günlüğünü tutmak ve haberleşmeyi sağlamak; vergileri değerlendirmek; anlaşmaları kâğıda geçirmek, kutsal ve dini metinleri saklamak ve insanlara Gılgamış Destanı gibi metinleri okutarak eğlendirmek için vardılar. Bunlardan hiçbiri yazıcı olmadan yapılamıyordu. İletişimi sağlayan, mesajların çözümlemesini yapan göz, el ve ses oydu. İşte bu nedenledir ki Mezopotamyalı yazarlar doğrudan yazıcıya seslenirlerdi: "Efendime de ki: Böyle der ...., kulunuz." "De ki" ikinci bir kişiye "sana" seslenmektedir ve daha sonra edebiyatta karşımıza çıkacak olan "Sevgili okur"un atasıdır. Bu satırı okuyan her birimiz aramızda çağlar da olsa seslenilen kişi oluruz.
💮
0 Yorumlar