Akşam oluyor. Şehrin üstüne karanlık inerken daralan göğsümü, dünyanın muhtelif yerlerindeki gün doğumlarını düşünerek geniş tutuyorum. Masanın köşesinde yanan mumdan, kehribar rengi bir sıcaklık tüm odaya dağılıyor. Oda dediysem ruhu olan sevgili hapishanem. Bu kehribar renkli hale ruhumu da sarıp sarmalıyor; çünkü bilirsin ki ruhum şefkatini gördüğü her şey tarafından sarıp sarmalanmaya heveslidir. Yine bilirsin ki ruhum sarıp sarmalanmaya heves ettiği şeyler tarafından hırpalanmaya yazgılıdır.
Epeydir yazmıyordum sana. Aslına bakarsan epeydir hiçbir şey yapmıyorum. Hapishane addettiğim ve içinde sabahları bezgin karşıladığım dört duvarla muhabbet kurdum sana yazmadığım vakitlerde; çünkü düşmanlığımız beni yıpratırken duvarlara dokunmuyordu. Hem o kadar uzun süredir bir aradayız ki insan koca bir zamanı bölüştüğüyle nasıl gönül bağı kurmaz? Mümkün olsaydı bu dünyadan geçtiğime dair izleri şu dört duvardan gayrısına nakşetmek isterdim. Fâniliğim pekiştikçe bâki olana meylim artıyor. Sınırları sonsuza açılan bir kâinatta mı yoksa dar dapdar hücrelerde mi daha kolay ulaşılır bâki olana? Sorular… İnsan yılmadan kendine sorular sorar mı? Soruyorum. Aklımdan şüphe duyuyorum ve bu, müthiş bir acı veriyor. Bu şüpheyi yenmenin, bu acıyı dindirmenin yolunu duvarları yıkmakta buluyorum. Yıkmak için vurdukça çoğalan duvarlar… Pencereler açıyorum, kapılar; dışarı çıkıyorum; aldanıyorum; ten duvarını aşamıyorum. Her kuvvetli arzu, ulaşılmazlığa hapseden bir mahpus oluyor; ellerimle hapishanelerimi çoğaltıyorum, hapishanelerim de yalnızlığımı çoğaltıyor. Günden güne katılaşan yalnızlığıma rağmen seni düşünmekten vazgeçemiyorum. Başımı yastığın soğuk yüzüne koyduğum ve yaşam yükünden kurtulmayı dilediğim geceler, sessizce seni anıyorum içimde. Gerçeğine erişemediğine düş de yetmiyor bazen ve o vakit rüyâ, merhametin eliymişçesine bereket saçıyor gönlümden aşağı. Hani o ilk gençlik diyebileceğimiz zamanlar, gözlerinde uçarı bir neşenin kıvılcımları, köhne bir şehirde bir akşamüstü hava ağır metallerle kirlenirken ben sarı sapsarı saçlarımla beyaz bembeyaz bir hayal gibi karşındayım. Bir yazgıyı değiştirme hevesi mi bu rüyânın tabiri? Aynı rüyâ defalarca görülebilirken hakikat sil baştan yaşanmıyor. Hakikatimiz…”
“Hakikatimiz…” z harfinin üzerinde o kadar çok durdu ki kırmızı mürekkep dağıldı. Mürekkeple birlikte zihni de dağıldı. Masanın yanı başındaki pencereden dışarıya uzandı. Karşı çatıda tünemiş güvercinler karanlığa rağmen seçiliyordu. Kaburgalarında pervazın sertliğini hissetti. İç geçirdi. Karşı çatıdaki güvercinlerden biri havalandı. Masaya döndü.
“Güvercinler için uçmak öyle kolay ki… Uçmaya böyle yakın durduğumda ben de uçabileceğimi sanıyorum. Neyse ki şimdilik sandığımı biliyorum.”
Sesli okudu: “Güvercinler için uçmak öyle kolay ki…” Tiz bir kahkaha patlattı. Mektubu yırtmak isteğiyle doldu; kıyamadı. Sıkıntısı daha da arttı.
Şimdi bu halimi görse o da aklımdan şüphe etmez miydi? Hayır etmezdi. Muhtemelen benimle birlikte gülerdi. Gülüşlerimiz… Onca bâdireyi gülüşlerimiz sayesinde atlatmıştık; zamansız, sebepsiz, ölçüsüz gülüşlerimiz… Hayat geçerken bizi ilmek ilmek birbirimize kenetlemişti. İlmek ilmek… Çok az kişi böyle eğreti düğümlerle böyle sıkı tutunabilir birbirine.
“Hangi mesafelerde olursak olalım üç yüz altmış beş gün içerisinde kendimi sana en yakın hissettiğim zaman, bu gecenin sabaha eriştiği an. Senden bana dönen zamanın ‘tarih’ adı altında sayılarla bölünmesine içerlesem de aksi durumda bîhaber olacağım bu zamanın kayıt altına alınmış olması beni mutlu ediyor.”
Balkondayız, sarı saçlarım omuzlarımdan süzülüyor, ara ara sağ elimle arkaya savuruyorum onları, senin gözlerinde muzip kıpırdanmalar, “Buranın havasını hiç sevmiyorum.” diyorum. “Çok kirli.”
Nerenin havasını seviyorsun?
Geldiğim yerde rüzgâr ferah eser, iyot kokusu getirirdi.
“Gel” diyorsun. Tutuyorsun elimden, bir odadan çıkar gibi çıkıyoruz o Orta Anadolu şehrinden. Şen şakrak adımlarımız. Bozkırı heyecanla arşınlayıp bir kıyıya varıyoruz. Suya değiyor ayaklarımız. Birdenbire büyüyoruz. Su boyunca koşuyoruz.
Dış. Sahil. Gün.
Su boyunca koşuyoruz.
Dış. Sahil. Gece.
Su boyunca koşuyoruz.
Dış. Sahil. Gün.
Su boyunca koşuyoruz.
Dış. Sahil. Gece.
Su boyunca koşuyoruz.
Dış. Sahil. Gün.
Sıcacık kumlara uzanmışım, elimde kitap. “Hadi” diyorsun “Karşı adaya yüzelim.”
Hayır, çok güzel bir öykünün ortasındayım, bölmeyelim.
“Bereket ki uyanık rüyayı tatmamış olanlar hiçbir şeyi fark etmezler. Yoksa uyanık rüyada yaşayanları sokak başlarında linç ederlerdi.”
Sen sıcak kumlardan yanan ayaklarının üstünde sekerek denize koşarken arkandan bağırıyorum:
Bizi fark etmelerinden korkmuyor musun? Linç etmelerinden?
Adaya yüzelim!
Kitabı şemsiyenin gölgesine bırakıp arkandan koşuyorum.
Kumlar cayır cayır yanıyormuş!
Suya atlıyorum. Kulaç atmaktan yorgun düşüyorum denizin ortasında. Sırtüstü suya bırakıyorum kendimi, suyun üzerindeyim. Gözlerimi engin gökte gezdiriyorum. Berrak. Güneş gözümü alıyor. Gözlerimi yumuyorum.
Gözlerimi açıyorum. Ulu bir çam ağacının altında, sırtüstü uzanmışım toprağa. Çam dallarından parçalı düşüyor yüzüme güneş. Sana doğruluyorum.
Neredeyiz?
Dilburnu’nda.
“Nerede olursak olalım, birlikteyiz: bazı akşamlarda, bazı sıkıntılarda, bazı rüyâlarda, bazı dualarda, bazı kalp atımlarında, bazı acılarda, bazı umutlarda… Belki de değiliz. Birlikte değiliz. Bu sadece bir avuntu belki de.
Tarihten bahsediyordum, bugünden ve yarından. Geçmişte kalmışken şimdiyi ve yarını bu kadar çok sayıklıyor olmam… İyileştiremediği ağrıyla yaşamayı öğreniyor insan. Yaşamak… Yaşam. Yaşa!
Az kaldı, birazdan ağaran günle bir çivi daha çakacağım.
On bin beş yüz doksan üçüncü çiviyi.”
Elini mektubun yanına koyarak parmaklarını gerdi. Ayasının içindeki kavisli çizgilere baktı. Işıl ışıl bir çiviyi düşledi. Heyecanlandı. Elini duvarın yüzünde gezdirdi. Çoğunlukla kuvvetli bir nefret duyduğu bu duvarlara şimdi merhamet doluydu.
“Ummaktan doğan duyguyla dünya ağrımız esenlik buluyor. Ne iyi etmişiz ‘her vaziyette umut etmeyi’ birbirimize öğreterek.”
Umut ve intizar. Başka türlü olsaydı böyle hoşnut olur muyduk?
Sayıklamalarla dolu mektubu teşekkür ederek bitirmek istedi. Hayatında olmasından duyduğu memnuniyeti teşekkürden başka nasıl ifade edebileceğini bilemedi.
“İyi ki… 26 Kasım şafak vakti.”
Pencereye vuran cılız ışıkla odanın rengi kehribardan maviye döndü. Masanın sağ tarafındaki çekmeceden kırmızı mühür mumunu aldı; ucundan kırdığı parçayı mum eritme kaşığına koydu ve kaşığı hala söndürmediği mumun üzerine tuttu. Kaşığın içindeki mühür mumu büsbütün eridiğinde onu, mektubu koyduğu zarfın ağzına döktü. Gün doğmadan az evvel kanadını muma yandırıp alevin yanına düşen pervaneyi zarfın ağzını kapatan eriyik muma iliştirdi ve ahşap gövdesini sımsıkı tuttuğu mührün pirinç alaşımlı ucunu eriyik muma var gücüyle bastırdı. Pirinç mührün ağırlığının altında pervanenin tek kalan kanadı da kırılmış ve mühür öylece katılaşmıştı.
Mektubu elime alıp bakışımı mühre yönelttim. Pervanenin yok denilecek kadar ince ve saydam kanadı üçe bölünmüş, cansız vücudu bu dünyadan geçtiğinin zarif nişanesi olarak mührün üzerinde donakalmıştı. Açık pencereden giren sabah rüzgârı masanın köşesindeki mumu söndürüverdi.
0 Yorumlar