Antonino Paraggi'nin işi, üretici bir işletmenin dağıtım bölümünde yöneticilikti ama asıl tutkusu arkadaşlarıyla birlikte irili ufaklı olayları yorumlamak, özel düğümleri çözerek genel sonuçlara ulaşmaktı; kısacası, zihinsel yatkınlık açısından bir düşünürdü, deneyimlerinin çok ötelerinde kalan olayları bile kendine açıklayabilmek için kılı kırk yarardı. Şu ara, fotoğrafçı insanın özündeki bir şeyi, yeni yandaşların objektif amatörlerinin bayrağı altında toplanmalarını sağlayan gizli çağrıyı kavrayamadığını hissediyordu, bir bölümü teknik ve sanatsal becerilerindeki gelişmeyle övünüyor, bir bölümü ise tersine bütün ustalığı satın aldıkları makinenin iyi olmasına bağlıyordu, (dediklerine göre) makine hep başyapıtlar çekiyordu, beceriksiz ellerde bile (kendi elleri de böyleydi, çünkü gurur mekanik düzeneklerin erdemlerini övmeye başlayınca, öznel yetenek küçültücü oranlara inmeyi kabulleniyordu). Antonino Paraggi, iki doyum nedeninin de kesin olmadığını anlıyordu: Giz başka yerdeydi.
Fotoğrafçılıkta - kendini bir şeyden dışlanmış sayan biri gibi - bir hoşnutsuzluk nedeni aramasının, biraz da kendisini arkadaşlarından ayıran bir başka ve daha belirgin bir süreci dikkate almaktan kaçınmak için, Antonino'nun kendisiyle oynadığı bir oyun olduğunu söylemek gerekir. Olay, yaşıtlarının birer birer evlenip ev bark sahibi olması, Antonino'nun ise bekâr kalmasıydı. Bu iki olgu arasında da kuşku götürmeyen bir bağlantı vardı çünkü çoğu kez objektif tutkusu, babalığın ikincil bir sonucu olarak doğal, neredeyse fizyolojik bir biçimde doğuyordu. Dünyaya bir çocuk getiren ana babaların ilk güdülerinden biri, çocuğun fotoğrafını çekmek oluyordu; büyümenin sürati nedeniyle sık sık fotoğraf çekmek gerekiyordu, çünkü hiçbir şey, çok geçmeden silinip yerini sekiz aylığa, sonra da bir yıllığa bırakacak olan, altı aylık bir çocuk gibi değişmeye, unutulmaya mahkûm değildi ve üç yaşındaki bir çocuğun ana babasının gözünde erişmiş olabileceği yetkinlik, yerini dört yaşın yeni yetkinliğinin alarak onu yok etmesine engel değildi, fotoğraf albümü her biri kendi benzersiz kusursuzluğuna yönelik bütün bu geçici yetkinliklerin kurtulduğu, yan yana geldiği yer gibi oluyordu. Yeni ana babaların çocuklarını siyah-beyazın ya da renkli-diyapozitifin devinimsizliğine indirgemek için, bakaçtan çerçeveleme tutkusunda, fotoğrafçı da, çocuk sahibi de olmayan Antonino, her şeyden önce bu kara kutuda kuluçkaya yatmış çılgınlığa doğru koşuşun bir evresini görüyordu. Ama albüm-aile-çılgınlık bağlantısı konusundaki düşünceleri aceleci ve suskundu: Öyle olmasa, aslında en büyük tehlike ile kendisinin, bekâr kalanın karşı karşıya olduğunu anlardı.
Antonino'nun arkadaş çevresinde hafta sonlarını bir arada kent dışında geçirme geleneği vardı, içlerinden çoğu için bu alışkanlık öğrencilik yıllarından beri sürüyordu, zamanla nışanlıları, sonra gelinleri, çocukları, dahası sütanneleri, dadıları, kimi kez de kaynanaları, kayınbabaları ve iki tarafın yeni arkadaşlarını kapsamıştı. Ama katılmaların, alışkanlıkların akışında hiçbir aksama olmadığına göre, Antonino yılların geçmesiyle hiçbir şeyin değişmediğini, bekâr olarak bir kendisinin kaldığı bu aileler topluluğunun, hâlâ bir zamanların delikanlılar, genç kızlar topluluğu olduğunu sanarak kandırabiliyordu kendini.
Dağ ve deniz gezilerinde, ailelerin ya da aileler arası grupların fotoğrafının çekileceği sırada, ayarı yapılmış, istenilen yöne çevrilmiş makinenin düğmesine basmak için bir yabancının, sözgelimi oradan geçen birinin katkısına gereksinim duyulurdu. Bu durumlarda Antonino yardımını esirgemezdi; makineyi, koşup ikinci sıraya geçerek kafasını iki kafanın arasından uzatan ya da en küçüklerin yanına çömelen bir babanın ya da ananın elinden alır ve bütün gücünü kullanacağı parmağında yoğunlaştırarak düğmeye bastırırdı. Önceleri kolunun gereksiz yere sertleşmesi bakacın yön değiştirerek teknelerin direklerinin, çan kulelerinin oklarının resme girmesine ya da dedelerin, amcaların kafalarının resmin dışında kalmasına yol açıyordu. Bilerek böyle yapmakla suçlandı, bu çirkin şaka nedeniyle eleştirildi. Doğru değildi oysa: Amacı parmağını ortak istemin uysal bir aracı kılmaktı ama aynı zamanda geçici ayrıcalıklı konumundan yararlanarak, fotoğraf çekenlerle fotoğrafı çekilenleri eylemlerinin anlamı konusunda uyarmaktı. Parmağının ucu, kimliğinin ve kişiliğinin geri kalan bölümünden kopmak için gerekli koşula ulaşır ulaşmaz, artık toplu sahneleri çerçevelemeyi de başararak, kuramlarını gerekçeli konuşmalarla iletme özgürlüğüne kavuştu. (Rastlantıya bağlı kimi başarılar, bakaçlarla, ışıkölçerlerle içli dışlı, senli benli olmasına yetmişti.)
"...Bir kez başladıktan sonra," diye ders veriyordu "durmanız için bir neden kalmaz artık. Bize güzel geldiği için fotoğrafı çekilen gerçeklikle, fotoğrafı çekildiği için bize güzel gelen gerçeklik arasındaki adım çok kısadır. Pierluca'nın kumda kale yaparken fotoğrafını çekerseniz, kale yıkıldığı için ağlarken, sonra da dadısı kumlarda bir deniz kabuklusunun kabuğunu bulup onu oyalamaya çalışırken fotoğrafını çekmemeniz için bir neden kalmaz. 'A ne güzel, hemen fotoğrafını çekmeli bunun!' gibilerden bir şey demeye başlamanız, fotoğrafı çekilmeyen her şeyin yitip gittiğini düşünenlerle aynı çizgiye getiriverir sizi, fotoğrafı çekilmeyen sanki hiç varolmamıştır, bu nedenle gerçekten yaşamak için elden geldiğince çok fotoğraf çekmek gerekir, elden geldiğince çok fotoğraf çekebilmek için de ya elden geldiğince çok fotoğraf çekilebilir bir dünyada yaşamak ya da kendi yaşamının her ânının fotoğrafının çekilebilir olduğunu kabul etmek gerekir. İlk yol aptallığa, ikincisi ise deliliğe varır."
0 Yorumlar