Vicdanları rahat olmayanlarla davranışlarına mantıksal bir dayanak arayanların hepsinde kendini haklı göstermeye çalışmak hastalığı vardır, bu durum onların düşünce biçimlerini de tuhaflaştırır. Kendiliğinden doğma olmayıp voulue bir şeydir. Bu hastalık Justine'de, bir barajın duvarlarını zorlayan büyük bir akıntı benzeri zihnine baskı yapan sürekli bir düşünce akışı, geçmiş ve şimdiki davranışlarının irdelenmesi biçiminde görülüyordu. Bu uğurda olmadık çabalar harcamasına, kendi kendini sorgulamadaki olağanüstü ustalığına karşın, kararlarından kuşku duymamak insanın elinde değildir çünkü durmadan değişir, oldukları gibi kalmazlardı. Kendisiyle ilgili pek çok kuramı vardı, bunları kuru yaprak gibi saçar dururdu. Bir keresinde Arnauti'ye şunu sormuş:
"Sence aşk baştanbaşa saçmalık değil mi?"
Hemen hemen aynı soruyu bana da sordu, boğuk sesinde tehdit kadar sevecenlik de vardı:
"Sana yaklaştımsa, sana deli gibi âşık olma tehlikesinden ve rezaletinden kendimi kurtarmak için yaklaştım dersem ne dersin? Seninle her öpüşmemde Nessim'i koruduğumu düşünüyordum."
Örneğin, plajdaki o olağanüstü sahnenin gerçek güdüsü bu olabilir miydi hiç? Hep kuşku, kuşku. Bir başka keresinde soruna, belki de aynı içtenlikle, bir başka açıdan yaklaşmıştı: "Kıssadan hisse... kıssadan hisse de ne? Bizimkisi basit bir açgözlülük olabilir miydi hiç? Sonra şu aşk serüvenimiz, bize verdiği bütün sözleri tutmadı mı - hiç değilse benim açımdan? Birbirimize rastladık ve başımıza olabileceklerin en kötüsü geldi, ama en iyi yanımıza, sevgililerimize dokunmadı. Bana böyle gülme n'olursun."
Ben kendi adıma bu tür görüş açıları karşısında her zaman şaşkın ve suskun kalakalmışımdır; korkmuşumdur da, bir ölüden söz eder gibi yaşantılarımızdan söz etmek bana çok tuhaf gelmiştir. Buna benzer bir durumda Arnauti'nin yaptığı gibi bağırmak gelmiştir içimden.
''Tanrı aşkına şu mutsuzluk hastalığına bir son ver artık, ikimiz için de sonu kötü olacak. Daha yaşayamadan hayatımızı tüketiyorsun.''
Böyle bir öğüdün hiçbir işe yaramayacağını biliyordum. Bu dünyada kendi kendilerini yok etmeye yargılı insanlar vardır, onlara hiçbir mantıklı kanıt para etmez. Justine bana yüksek bir kulenin eğik, teneke çatısında yürüyen bir uyurgezeri anımsatmıştır hep; bağırıp uyandırmaya gelmez, aşağı düşebilir. Olduğundan daha korkunç görünen o dik inişlerden onu yavaş yavaş uzaklaştırmayı umarak sessizce izlemekten başka bir şey yapamazsınız.
Ama ne tuhaftır ki, beni bu tekin olmayan devingen kadına çeken şey onun kişiliğindeki kusurların ta kendisi, ruhundaki bayağılıklardı. Belki de onlarda kendi kişiliğimdeki güçsüzlükleri buluyordum, belki benim tek şansım onları daha iyi gizleyebilmemden geliyordu. Bizim için cinsellik, her gün çevremizde tomurcuklanıp dal budak salan zihinsel bir yakınlıktan perdeye yansıyan imgenin ancak küçük bir parçasını oluşturuyordu. Bize suçluluk duygusu veren bir ilişkiyi Nessim'den, öteki ortak dostlarımızdan boş yere gizleme çabasını elden bırakmadan deniz kıyısındaki salaş kahvehanelerde ne çok konuşmuştuk! Gecelerce! Hiç farkına varmadan yavaş yavaş birbirimize yaklaşırken sonunda ya ellerimiz birleşir ya da kendimizi neredeyse kucak kucağa bulurduk; sevgililerin yakasını bırakmayan olağan cinsel isteğin etkisiyle değil, sanki kendimizi araştırıp öğrenmenin acısını gövdelerimizin dokunuşuyla hafifletmek için yapardık bunu.
0 Yorumlar