"Çocuktaki Bahçe" - Feyyaz Kayacan


   Bir şey göremiyorum külçeleşmiş anıların içinden. Takamıyorum gözlerime anıları. Anılar da gözüme kelepçelik ediyor olmasın? Ne var şu sıra, eskiden bahçeye asılı penceremin önünde? Bir ağaç duruyor mu gerisin geri orada? Can çekişmelerime bakaraktan yapraklarını döküyor mu sadakalık? O son yaprağını harcadığında ben de canımın sapından kopmuş mu olacağım? Öyle mi gerçekte? O zaman bu ne biçim yaprak sadakası? Dökülen yapraklarla saat mı tutuluyor? Bu ağaç mı cellat mı? 
   Dallı budaklı bir alışverişim olmuş muydu ağaçla? Salt bir kez tepesine çıktıydım. Onu da ne zaman yaptım bilemiyeceğim. Birisine ya da bir şeye kızmış olacaktım ürkütülen ağzımın en kuytu bir köşesinden. Ayaklarıma düşman düşman bakan yerden, oranın yeryüzülüğünden, kurşun suratlılığından, koskoca bahçenin içinde beni oburlamasına yalanlayan duvarlardan bıkmıştım. Onun için tırmanmıştım ağacın tepesine. Başka görüler içre boşalmalara.
   Ne ki sakıncalıydı bu. Tüm görülerden kuşkulanıyor, alışmaktan korkuyordum. Hiçbiri yerinde durmuyor ki. Bahçeye dışarıdan bir görü çağıracak olsam hemen sepetlenecek, biliyorum. Defol git, denilecek. Feyzi'ye verdiğimiz tanıdığımız görüler Feyzi'ye yeter. Kaçak görülerin içeri girmesi yasaktır, denilecek. Ağaca çıkınca gözlerimi kapadım. Kendi içimde tatile çıkmış gibiydi gözlerim. Bahçeyi taşımaktan hiç olmazsa bir ağaç boyu kurtulmuşlar. Tüy gibiydim. Tüyden de azdım. Sanki bütün dokularımın kaynaklaştığı kök hücrenin içinde uçuyordum. Hücrenin zarını delip doku-öncesi bir hafifliğe erişecektim sanki. Bu çok hoşuma gitmişti. Gülmüştüm. Alkışlamıştım ağacı. Hücrenin içinden elimi uzatıp dalını öpmüştüm. Artık senli benli olalım, demiştim. Benim görmediklerimi sen de görme, demiştim. Senli benli olalım özsularında. 
   Ve ben bunları kapanık gözlerimin arkasındaki bakışlarla söylemiştim sözcükler ve heceler dışında. 
   Ses çıkarmamıştı ağaç. Ben buna kızmadımdı. Kızamazdım da. Anlıyordum o kadarcığını. Ağaçla arkadaşlığa lüpten konulur mu? 
   Ağaç, karatahtaya tebeşirlenmiş uslu bir resim değildi. Ağacın göbek adı vardır kimse görmez. Ağacın kuş defteri vardır kimse okumaz. Ağaç isterse sınıfa geç gelir ve asar bütün dersleri dallarına. 
   İlkin eğlendirmeye başladım. Bir yağmur buldum. Onun sesini kuşandım. O sesle gitmeliydim ağacın suyuna. Masallar söyledim ağaca, öyküler. Bir ağacın sevebileceği, ısınabileceği türden. (Bir ağacın üç kızı vardı...) Ve bunları kuşdili ile anlatıyordum. Söylemesi bu yüzden iki üç kat uzuyordu. Ama gene de insanların delgiye, kazmaya, kerpetene benzer sözcüklerinden çok daha güzellerini buluyordum. Ağaç için neler neler kurdum. Örneğin: 
   yaprak çarşıları 
   saklambaç çiçekleri 
   rüzgâr odası 

   böcek yazısı 
   Dal sokağı 
   Postacı kırlangıç 
   Kuş kapısı... 
   Bütün bülbüllerin toplancası olmuştu dilim. Ağaç ses etmiyordu gene. Bülbüllerle arası iyi değildi belki. Şiirlerden çıkmazlıklarını biliyordu herhalde. Sonra bir bir bildiğim bütün kuşları denedim. Boş yere. Oralı olmuyordu. İşte orada bıktım. Ağaç leşlerine konan akbaba oldum. Korkunç fil-kargası oldum. Kapkara bir sesle, uğursuz, şom-dudaklı, balta-gagalı ötüşler, hortlak ormanlar çıkardım içimden.


Feyyaz Kayacan - Çocuktaki Bahçe

Kırmızı Kedi Yayınları, s.13-15


Yorum Gönder

0 Yorumlar