"Palomar" - Italo Calvino


Şöyle düşünüyor: "Yansımayı görmemin, düşünmemin, içinde yüzmemin nedeni, öbür uçta, ışınlarını gönderen güneşin olması. Var olanın yalnızca kaynağı önemli: Gözlerimin, ancak bu günbatımında olduğu gibi, gücü azaltılmış bir biçimine dayanabileceği bir şey bu. Gerisi, ben de içinde, yansımalar arasında bir yansıma." 
   Bir yelkenlinin hayaleti geçiyor: insan-direğin gölgesi, ışıklı pullar arasında kayıp gidiyor. "Rüzgâr olmasaydı, plastik bağlantılarla, insan kemik ve kirişleriyle naylon iplerle harmanlanmış bu tuzak, ayakta duramazdı; onu kendine özgü bir amacı ve niyeti olduğu izlenimi uyandıran bir taşıt yapan rüzgâr; sörfle sörfçülerin nereye gittiklerini yalnızca rüzgâr biliyor," diye düşünüyor. Her şeyin türediği bir ilkenin kesinliği konusunda yanlı ve kuşkucu olan ben'ini yok edebilmeyi başarabilse, öyle rahatlayacak ki. Eylemlerin ve biçimlerin kaynaklandıkları, tek ve kesin bir ilke mi? Yoksa, kesişerek dünyaya, bir andan bir ana benzeri olmayan bir biçim veren, belirli sayıda ilkeler, güç çizgileri mi? 
   " ... benimle tahta gibi batmayan ve yüzen katı cisimleri taşıyan rüzgâr ve elbette deniz, su kütlesi," diye düşünüyor, Bay Palomar ölü taklidi yaparak. 
   Devrik bakışı, şimdi aylak bulutları ve ormanların bulutlu tepelerini hayranlıkla seyrediyor. Ben'inin de devrik öğeleri: gökyüzünün ateşi, koşan hava, beşik su ve taşıyıcı toprak. Doğa bu mu? Ama gördüklerinin hiçbiri doğada yok: güneş batmıyor, denizin rengi böyle değil, biçimler ışığın ağtabakaya düşürdükleri. Kollarıyla bacaklarının doğal olmayan devinimleriyle, bu hayaletler arasında suyun üstünde kalıyor; doğal olmayan konumlardaki insan profilleri ağırlıklarına yer değiştirtirken rüzgârdan değil, rüzgârla yapay bir aygıtın eğimi arasındaki bir açının geometrik soyutlamasından yararlanıyorlar ve böylece denizin kaygan derisi üzerinde kayıyorlar. Doğa yok mu, yoksa? 
   Bay Palomar'ın yüzen ben' i, kuvvet alanlarının kesişmesinden, vektör diyagramlarından, yakınsak, ıraksak ya da kırılgan doğru demetlerinden oluşan gövdesiz bir dünyaya dalmış durumda. Ama Bay Palomar'ın içinde, her şeyin bir başka türlü, bir düğüm gibi, bir pıhtı gibi, bir birikinti gibi var olduğu bir nokta kalıyor: Burada olduğun ama olmayabileceğin duygusu, olmayabilecek, ama olan bir dünyada. 
   Davetsiz bir dalga denizin dinginliğini bozuyor; motorlu bir tekne ortaya çıkıp mazot akıtarak, karnı üzerinde zıplayarak yol alıyor. Mazotun yağlı ve alacalı yansımalarının oluşturduğu tül, suyun içinde dalgalanarak yayılıyor; güneşin parıltısında bulunmayan bu maddesel kıvamdan, ardına mazot kaçakları, yanık artıkları, soğurulmaz kalıntılar ekerek, çevresinde yaşamı ve ölümü karıştırıp çoğaltan insanın fiziksel varlığı nedeniyle kuşku duyulamaz. 
   "Burası benim yerim, -diye düşünüyor Palomar- kabullenmek ya da karşı çıkmak söz konusu değil, çünkü yalnızca burada var olabilirim." Ama, ya yeryüzündeki yaşamın yazgısı önceden çizilmişse? Ya ölüme koşuş, her türlü geciktirme olasılığından daha güçlü olursa? 
   Dalga, kıyıya vuruncaya dek tek başına yol alıyor; ve kum, çakıl, su yosunu ve minik kabuklulardan başka bir şeyin bulunmadığı izlenimini veren yerde, suların çekilmesi, teneke kutular, çekirdekler, prezervatifler, ölü balıklar, plastik şişeler, kırık nalınlar, şırıngalar, kara zift dalgaları dolu bir kıyı şeridi ortaya çıkartıyor.
   Motorlu teknenin dalgasıyla havalanan, atıkların akımıyla sürüklenen Bay Palomar, birden kendisini döküntüler içinde bir döküntü, mezarlık-anakaraların çöplük-kumsallarında yuvarlanan bir ceset gibi duyumsuyor. Ölülerin camsı gözlerinden başka hiçbir göz su-kara yuvarının yüzeyine açılmayacak olursa, kılıç artık bir daha parlamayacak. 
   İyi düşünülecek olursa, böyle bir durum yeni değil: Suyu devşirme yeteneğine sahip gözler yokken güneşin ışınları milyonlarca yüzyıl boyunca suyun üstüne vurmuşlardı. 
   Bay Palomar suyun altında yüzüyor; yüze çıkıyor; işte kılıç! Bir gün, denizden bir göz çıktı ve kendisini orada beklemekte olan kılıç, sonunda keskin ucunun olanca inceliğini ve parıltılı göz kamaştırıcılığını ortaya dökebildi. Birbirleri için yaratılmışlardı, kılıç ve göz: Belki de gözün doğumu kılıcın doğumuna yol açmamış, tersi olmuştu, çünkü kılıç tepesine bakan bir göz olmaksızın edemezdi. 
   Bay Palomar kendisinin olmadığı dünyayı düşünüyor: Doğumundan önceki sınırsız dünyayı ve ölümünden sonraki çok daha karanlık dünyayı; gözlerden önceki, herhangi bir gözden önceki dünyayı tasarlamayı deniyor; bir de, gelecekte, yıkım ya da yavaş yavaş yozlaşma sonucunda kör olacak bir dünyayı. Neler olur (olmuştu, olacak) acaba bu dünyada? Güneşten, bir ışık mızrağı kalkıyor, tam zamanında dingin denizin üzerine yansıyor, suyun titreşmesinde ışıyor ve işte, madde ışığı alıp canlı dokular biçiminde farklılaşıyor ve birden, bir göz, bir sürü göz çiçek açıyor ya da yeniden çiçek açıyor. 
   Şimdi bütün sörf tahtaları kıyıya çekili, soğuktan donmuş -Palomar adlı- son yüzücü de sudan çıkıyor. Kılıcın, kendisi olmasa da var olacağına inanıyor: Sonunda bir havluyla kurulanıyor ve eve dönüyor.   


Italo Calvino - Palomar

Çevirmen: Rekin Teksoy, Yapı Kredi Yayınları, s.25-27




Yorum Gönder

0 Yorumlar