"Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu" - Haldun Taner


Günler geçiyor. Sonra haftalar, aylar, mevsimler, yıllar ve bir ömür... Bir ömür geçiyor ve ekseriyetle, farkına varamadan sağa sola savruluyoruz. Keşke diyoruz, keşke bütün bu zamanı geriye sarabilsek, bir şeyleri, birilerini geri getirebilsek. Haldun Taner, "Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git, ister geri; dünyanın denizleri biter efendi." der. Önümüzde daha nice denizler var bitireceğimiz; ama fırtınalı ama dingin.

💮

Bir Amerikalı fotoğrafçı, makinesinin objektifini çıkarıp yerine bir at gözü takmak suretiyle, çeşitli resimler çekmiş. Bu re­simlerden anlıyoruz ki, eşya ve insanlar, at retinasına, gerçek­te olduklarından yarım misli daha iri aksediyorlarmış. Gerçekte olduklarından dedik, bize göründüklerinden demek daha doğru olur. Çünkü bizim de eşyayı gerçek büyüklükleri ile görüp görmediğimiz ayrı bir meseledir. 
   Amerikalı fotoğrafçının bu buluşuna dayanan bir Alman bilgi­ni de çıkmış, “İşte” diyor, “her şeyi böyle olduğundan daha büyük görüş, hayvanda dolayısıyla bir aşağılık duygusu yaratmış ve onu daha ilk çağlardan itibaren insanın hizmetkârı derekesine indir­miştir.” 
   Fotoğrafçının denemeyi nasıl bir at gözü ile yaptığını bilmi­yoruz. Ama bana öyle gelir ki, Almanın hipotezi olsa olsa sütçü, sucu, çöpçü beygirleri gibi proleter atlar için geçerli olsa gerektir. Ağa Han’ın o, lord sülaleleri gibi şecereleri tutulan, has ahırlarda bin bir itina ile yetiştirilen aristokrat atları, imkân var mı insanları olduğundan büyük görsünler. Büyüklüğü geçtik, tam ebatta bile göremezler. Onlar yüksek sosyete ile iyice haşır neşir oldukların­ dan, insanları dürbünün tersinden seyreder gibi, küçük, küçücük görmeye çoktan alışmışlardır. 
   Her neyse, hikâyemizin kahramanı olan at, alelade bir çöpçü beygiri olduğundan, her şeyi yarım misli daha iri gören cinsten­di. Yirmiyi bitirmiş yirmi birine yeni basmıştı -atların yirmi yaşı, insanların, aşağı yukarı altmış, altmış beşi demektir- belediye te­mizlik işleri kadrosuna Muhittin Bey’in valiliği zamanında girdi­ğinden hatta emekliye ayrılması bile yaklaşmıştı. Üstelik adı da Kalender’di. Bu vasıfları ile her şeyi yarım değil, iki misli büyük görse kimsenin bir şey demeye hakkı olamazdı. 
   Vaka, saat üç sularında, Kalender’in her günkü vazife bölgesi olan Şişhane’de geçiyor. 
   Hamalın biri, sırtına koca bir ayna vurmuş götürüyordu. İşte Kalender kendi hayalini bu aynada gördü. Tabii, bu hayali gerçekte olduğundan -yahut bizim gördüğümüzden- daha büyük olarak gördü. 
   Ve kişnedi.
   Burada iki ihtimal akla gelebilir:
   A) Kalender, aynada gördüğü atın kendi hayali olduğunu anla­mıştı. Ki bu takdirde kişneyişi, her şeyi büyük, kendini de dolayı­sıyla küçük görmeye alışmış bir mahlukun, nihayet kendini gerçek büyüklüğü ve öz değeri ile keşfetmiş olmasından ileri geliyordu. 
   Ama böyle bir hükme varabilmek için, Kalenderin kendi­ni evvelce başka hiçbir yerde görmemiş olması şarttır. Hâlbu­ki Kalender, yirmi bir yıl gibi uzun bir hayat süresi boyunca ve hele İstanbul gibi büyük bir şehrin içinde, kendini evvelce hiçbir yerde görmemiş olamazdı. Aynada olmasa bile, bir çeşme yalağında, bir su kenarında veya bir çamur birikintisinde muhakkak görmüştür. Hatta çöpçü çöpleri arabaya boşaltırken, o, çamur sathına vuran aksinin hafif bir rüzgârla nasıl kırışıp ürperdiğini, suya eğilmiş başının, gökyüzündeki mavi fonla ve uçuşan beyaz bulutlarla ne tatlı bir ahenk teşkil ettiğini süzgün gözleri ile uzun uzun seyredip oyalanmıştır. Fakat kendini bir su birikintisinde seyretmekle aynada görmek arasında hayli fark vardır. Su birikintileri, ister istemez düzlemesine durduklarından, insan, oraya vuran aksini, tıpkı yüksekçe bir kürsüde nutuk çeken hatiplerin gazetedeki resimleri gibi, daima aşağıdan yukarı bir perspektif yönünden görür ki, bu çeşit aşağıdan çekilmiş resimlerin insanı -ve dolayısıyla atları- daha bir heybetli gösterdiği de inkâr olu­namaz. Hâlbuki ayna hep dikine durduğundan böyle dalkavukça optik oyunlarına başvurmaz. O, insanı nadan nadan, olduğu gibi gösterir. 
   şu halde, kendini daima kendi lehine, romantik ve artistik bir perspektiften görmeye alışmış bir atın, günün birinde aynanın buz gibi realitesi ile karşılaşması elbette ki, kuvvetli bir şok yaratacak­tı. Ve kişnemesi dahi bu hayal kırıklığının çok tabii bir tepkisi sa­yılmak gerekirdi. 
   At olalım, insan olalım, ihtiyarlığı kolay kolay üstümüze kon­ duranlayız. “Ben hep oyum” dersin. “Temizlik işleri kadrosuna ilk girdiğim zamanki kıvrak küheylanım” dersin. Günler geçer, yıllar geçer şişhane’nin çöpleri bitmez, o dumanlı gençlik çağı duman misali erir biter. Günün birinde talih bir ayna tutar yüzüne, aklın başından gider. “Ben bu muyum?” diye şaşarsın. “Bu külüstür, bu kurada, bu soluğan beygir Kalender ha?..” 
   Evet Kalender aynadaki hayalini tanıdı ise böyle düşünmüş, bundan kişnemiş olabilirdi. 
   B) Yahut da, evet yahut da -polis, yolcular, dükkâncılar filan daha ziyade bu ikinci tezi müdafaa ediyorlar- hayvan, aynadaki hayalini başka bir at, kendi gibi bir çöp arabası çeken ve onu ezecekmiş gibi üzerine yürüyen reel, yabancı ve düşman bir at sanmış olabilir ki, bu takdirde kişneyişi gayet meşru bir kendini koruma içgüdüsünün ifadesi olarak kabul edilmek gerekir. 
   Üstelik düşman atı, yukarda anlattığımız agrandisman mese­lesi yüzünden, yarım misli daha büyük gördüğü de unutulmasın. Ama hayır, doğuştan beri bütün atları hep bu iri ebatta görmeye alışık olduğu düşünülürse, bunun pek de büyük bir rol oynama­dığı anlaşılır. 
   Mamafih ister birinci ister ikinci ihtimal varit olsun, bunun o kadar önemi yoktur. Hatta yukarda uzun uzadıya sözünü ettiğimiz optik bozukluğun da önemi yoktur. Asıl önemli olan bundan sonrası. 

💮


Haldun Taner - Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu

Yapı Kredi Kültür Yayınları, s.20-23

Yorum Gönder

0 Yorumlar