Bazı anılar fena hâlde aklımıza kazınmıştır. Aylar, yıllar geçse bana mısın demez; her hatırladığımızda sanki o anı tekrar yaşarız. Nazlı Eray, "Anılar hiç yaşlanmaz ki. Hep onları anımsadığımız gibi kalır." der. Madem ki anılar yaşlanmıyor -belki de- onlarla barışmak gerekiyor. Bizi biz yapan değil mi yaşadıklarımız?
Gece zamanı. Ankara'daki evimin karşısındaki kaldırımdayım. Hafif bir gece yeli çıkmış, sokaktaki akasya ağaçlarının yapraklarını hışırdatıyor. Pencerelere bakıyorum. Ev kapkaranlık. İçeride kimse yok. Kaldırımda bir aşağı, bir yukarı yürüyüp arka tarafa, yatak odası pencerelerine bakıyorum. Kimsecikler yok. Ev karanlıklara gömülmüş. Daha İstanbul'dan dönmemiş. Hiçbir şeyden haberi yok. Evimi dışarıdan izliyorum. İki gün önce, yalnızken, bütün eşyalarımı taşıdım oradan. Çiçeklerimi, bana ait olan kasetleri, duvardaki batik tablolarımı, gece elbiselerimi, şifonları, şişe şişe parfümlerimi, fotoğraflarımı... Her şeyimi toparlayıp çıkarttım evden.
Ev şimdi yapayalnız. Yıllardır alıştığım yatak odamı, yatağımı örten üstü rengarenk tropik desenli nevresim takımlarımı, tuvalet masasının üstündeki renk renk, boy boy parfüm şişelerini, yattığım yerden izlediğim ufak televizyonumu, gece haberlerini; balkon kapısının yanında yerde, köşede duran, iki yıl önce Abidinpaşa'daki bir çiçekçiden almış olduğum, sürekli pembe katmerli çiçekler açarak bana mutluluk veren açelyamı: rafın üstündeki telefonumu; yanında duran, anne ve babamın sekiz dokuz ay önce çekilmiş fotoğraflarını eski halleri ile düşünüyorum.
İki gündür televizyon izlemiyorum. Her gece odamda yapmaya alışkın olduğum şeyleri yapmıyorum.
Oda şimdi, Las Vegas'taki ucuz bir otelin kumarbaz müşteri tarafından özensizce terk edilmiş halini anımsatıyor. Her şey yerinden kalkmış. Boşlukların üstüne tozlar inmiş. Boş dolapların kapıları açık.
İşte şimdi, karanlık kaldırımda durmuş, evimi garip duygular içinde dışarıdan izliyorum. Kitaplar, kasetler, maskeler ve çiçeklerle dolu salon gözümün önüne geliyor. Duvarlardaki çeşitli ülkelerden gelmiş maskeler sanki bir ağızdan bağırıyor bana, "Gelsene, nereye gittin?" diye.
Salondaki mermerden şöminenin üstündeki içi pilli, bir İtalyan'a ait olan kurukafa, var gücü ile sesleniyor: "Gelsene evine! Neredesin, ne yapıyorsun? Niçin evini karanlıkta, dışarıdan bir hırsız gibi izliyorsun?"
"Susun!" diyorum. "Susun lütfen!" Olduğum yerde tir tir titriyorum. Oysa gecenin havası sıcak. Sesimi duyunca, hepsi bir ağızdan daha hızlı bağırmaya başlıyorlar:
"Oradasın, ağacın arkasındasın! Görüyoruz seni!"
Kurukafanın da sesi ne güçlüymüş.
"Mutfakta akşamları, sevdiğin tahta masanın başına oturup kendi kendine müzik dinleyerek kafesteki kuşlarını izlediğin saatleri hatırlıyor musun?" diyor. "Frijiderden bir kutu süt açıp içer ya da uyumak için odana gitmeden önce hafif bir neskafe yapardın kendine. Mavi Çin porselen fincanından yudumlardın onu. Saat tam on iki olunca, duvardaki takvimin yaprağını kopartır, üstündeki resme şöyle bir bakar, o günkü niyetini okurdun. Sonra da kuşların yanında duran, Bodrum'dan, Hasan'ın serasından getirdiğin kaktüsüne çok az su verirdin. Neredesin şimdi?"
"Susun!" diye bağırıyorum. "Susun. Bunalıyorum. Yaşamımın hiçbir devresinde evimi böyle dışarıdan seyretmemiştim. Susun!"
0 Yorumlar