Ortalık bir yığın tuhaf insanla dolu. Neredeyse herkes şirazeden çıkmış. Artık gördüğümüz, duyduğumuz meseleler birazcık delirtse oh diyoruz, her şey yolunda, razıyız rezaletin birazına! Bütün bunlar mutsuz, huzursuz, güvensiz bir hâle sokuyor bizi. Farkında olmadan eriyor ruhumuz. Tanizaki, "Ancak insan bir kere şüphe duymaya başladımı neye inanacağını pek bilemez." der. Yaşadığımız şey tam olarak bu. Neye inanacağımızı şaşırdık. Kitaplar da olmasa...
Ne hata! Olağandışı bir kadının çekip gitmesine göz yummuştum. Aklım başımdan gitmiş bir hâlde, yılgınlık içinde yere vuruyordum ayaklarımı. Günlüğün sayfalarını çevirdikçe her türlü betimlemeye karşılık düşen daha fazla fotoğraf çıkıyordu karşıma. Yavaş yavaş küçük ayrıntılara yoğunlaşmaya başlamışlardı, bazı bölümler ayrıca büyütülmüştü: Burnunun biçimi, gözlerinin şekli, dudaklarının, parmaklarının biçimi, kolunun, omuzlarının, sırtının ya da bacaklarının kıvrımları, bileği, topuğu, dirseği, dizi, hatta ayak tabanı... Her birine sanki Eski Yunan heykeli ya da Nara'daki Budist imgelermiş gibi yaklaşıkmıştı. Bu açıdan bakıldığında Naomi'nin vücudu bir sanat eseriydi ve benim gözümde Nara'nın Buda'larından bile mükemmeldi. Gözlerim fotoğraflarda takılı kaldıkça içime derin, dinsel bir şükran duygusu da dolmaya başladı. Nereden esmişti aklıma da böyle ayrıntılı fotoğraflar çekmiştim sanki? Bir gün gelecek bu fotoğrafların hüzün dolu anılara dönüşeceğini mi sezinlemiştim yoksa o zamanlar?
Naomi'ye duyduğum sevgi ve özlem artan bir hızla büyümeğe devam ediyordu. Gün sona ermişti; pencerenin gerisinde Çoban yıldızı yanıp yanıp sönmeye başlamış, dışarıdaki hava iyice soğumuştu. O sabah saat on birden beri ne yemek yemiş ne de şömineyi yakmıştım; o kadar keyifsizdim ki, ışıkları yakmak bile gelmemişti içimden. Kararmakta olan evin önce ikinci katına çıkıp dolaştım sonra da birinci kata indim. "Sersem!" diye haykırdım, elimle kafama vurdum, suratımı sessizliğe gömülmüş, terk edilmiş atölye odasının duvarına yapıştırdım ve "Naomi! Naomi!" diye seslendim; sonunda, dilimde hâlâ tekrarlayıp durduğum adı, yüzükoyun yere uzanıp kaldım. Bir şekilde yolunu bulup onu yeniden geri getirmeliydim. Koşulsuz teslim olacaktım ona. Ne söylerse, ne isterse kabul etmeye hazırdım.
Şimdi acaba ne yapıyordu? O kadar valizle muhtemelen Tokyo İstasyonu'ndan bir taksi çevirmişti. Eğer öyleyse Asakusa'daki evine varana kadar beş altı saatlik bir zaman dilimi geçmiş olmalıydı. Evdekilere neden kovulduğunun gerçek hikâyesini anlatır mıydı acaba? Yoksa, yenilgiden hep nefret etmiş birisi olarak, kendi hikâyesini uydurup kandıracak mıydı kardeşlerini? Senzoku'da o bayağı geçimleriyle uğraşan bir ailenin kızı olduğunun hatırlatılmasından nefret ederdi; görmezden gelinen bir ırkın üyeleriymiş gibi davranırdı ailesine ve neredeyse hiç gitmezdi ziyaretlerine. Bu hastalıklı aile ne tür onarıcı tedbirler almayı planlıyordu acaba şimdi? Kardeşleri muhtemelen ona, gidip özür dilemesini söyleyeceklerdi. O da sert tavır alıp, "Hayır, özür dilemeyeceğim, biriniz gelsin de alsın şu bagajları," diyecekti doğal olarak. Ve sonra da sanki ortada onu ilgilendiren herhangi bir şey yokmuş gibi espri yapacak, büyük laflar edecek, İngilizce deyimler döktürecek ve o sofistike elbiseleriyle takılarını gösterip hava atacaktı. Etrafındaki gecekonduları gezip çalım atmayı da ihmal etmezdi herhâlde.
Ancak Naomi ne söylerse söylesin, olan olmuştu bir kere.
0 Yorumlar