Şu zamanda ne çok yakınıyoruz olan bitenden. Herkesin dilinde bir felaket herkes mutsuz. Yakınan çok da; elini taşın altına koyan, koyana omuz veren yok, sesini çıkaran yok. Memnuniyetsizlikten memnunuz gibi. Ne tuhaf. Saramago'nun "Körlük"ünü hatırlayın: "Bazen sessiz kalmak en büyük alkışlamadır." O vakit, kötülüğün olduğu yerde sesimiz çıkacak. İnsana yakışan budur.
Harvard Üniversitesi'ne yeni bir öğretim üyesi seçerken belirleyici kriter, o kişinin uzmanlık konusunda üstün olması veya bu konuda ümit veriyor olmasıdır. Araştırma komitesinin konuyu ilgili bölüm düzeyinde değerlendirmesiyle başlayan süreç, konunun sanat ve fen bilimleri fakültesi dekanına sunulmasıyla devam eder ve son karar, üniversite içinden ve dışından özellikle bu durum için oluşturulmuş bir komite ile birlikte çalışan Harvard başkanı tarafından verilir. Bu noktada sorulan soru şudur: "Bu kişi, kendi uzmanlık alanı içerisinde dünyadaki en iyi aday mıdır?" Öğretmen seçiminde ise "Aday, öğretmenlik yapacak yetkinlikte midir?" kadar basit bir soru yeterli olmaktadır. Tüm bunların amacı, birçok birinci sınıf uzmanın bir arada bulunduğu bir çeşit süper organizma oluşturup okulu hem öğrenciler hem de finansal destekçiler için çekici hale getirmektir.
Oysa ciddiye alınabilecek değerdeki yaratıcı fikirlerin oluşmasındaki ilk aşama uzmanlık değildir. Aslında başarılı olmuş bilim insanları hem şairler gibi derin ve olağanüstü bir düşünce yapısına sahiptir hem de defter tutan muhasebeciler gibi durmadan yazarlar. Dünyanın bildiği ise sadece ikinci özellikleridir. Bir bilim insanı bilimsel bir dergiye makale yazarken ya da bir konferansta konuşma yaparken metafor kullanmaktan kaçınır. Söz sanatları ya da şiirsellik etkisinde olmakla suçlanmamaya dikkat eder. Duyguları ifade eden sözcükleri sadece giriş paragraflarında ve veri sunumu bittikten sonraki tartışma bölümünde, sadece ve sadece teknik içeriğin anlamını güçlendirme koşuluyla kullanır. Bu sözcükler, dinleyicilerin duygularını hareket geçirmek amacıyla kesinlikle kullanılmaz. Yazarın dili her zaman ölçülü ve sunumu yapılan gerçeğin mantığına sadık olmalıdır.
Şiir ve diğer yaratıcı sanatlarda ise bunun tam tersi geçerlidir. Burada metafor her şeydir. Yaratıcı yazar, besteci veya görsel sanatçı, neredeyse her zaman dolaylı ve soyut anlatımları seçer, onları kendi bakış açısıyla ve gerçek ya da hayali herhangi bir şeyle ilgili uyandırmak istediği hislere göre kasıtlı olarak soyutlar veya deforme eder. Amacı, insanın deneyimlediği bazı gerçekleri özgün bir şekilde ortaya koymak ve bunları insan yaşamından süzerek kendi zihninden bizimkine geçirmektir. Bu sanatçıların eserleri, metaforlarının gücü ve güzelliği ile ölçülür. Picasso'ya atfedilen "Sanat, bize gerçeği gösteren bir yalandır." sözüne biat edilir.
Eğer dikkatli ve ayrıntılı bir inceleme yaparsak şöyle şaşırtıcı bir sonuca varırız: Yaratıcı sanatlar ve onları inceleyen insani bilimler özünde aynı bildik hikâyeden, aynı temalardan, modellerden ve duygulardan beslenmektedir. Bizler okuyucu ola insanmerkezliliğe, kendimizi ve türümüzü yüceltip göklere çıkartmaya o kadar bağımlıyızdır ki, bunu umursamayız bile. En eğitimlimiz bile, aslında Homo sapiens'te teşhis edilen o son derece ilkel duyguyu uyandırmak için tasarlanan romanlardan, filmlerden, konserlerden ve dedikodulardan beslendiğinin farkına varmaz. Hayvanlarla ilgili öykülerimiz bile, ancak insan doğası üzerine yazılmış bir el kitabını yalayıp yuttuktan sonra anlaşılabilecek yoğunlukta insansı duygular ve davranışlar içerir. Çocuklara insanları öğretmek için bile karikatürize edilmiş hayvanları, hatta kaplanlar gibi yırtıcı hayvanları kullanırız.
Biz insanlar, özne kendimiz, tanıdıklarımız veya tanımak istediklerimiz olduğunda merakını doyuramayan bir türüz. Bu alışkanlığın kökenleri çok eskilere, primat ailesinin evriminden önce yaşamış türlere kadar uzanır. Örneğin kafesteki maymunlara dışarıya bakmaları için izin verildiğinde, maymunların ilk dikkatlerini çeken şeyin diğer maymunlar olduğu gözlemlenmiştir.
İnsanmerkezliliğin -kendimize duyduğumuz hayranlık da denebilir- işlevi, insanın Dünya'daki tüm canlı türleri içinde en yetkin olduğu toplumsal zekâ becerisini keskinleştirmektir. Bu özellik Afrikalı austrapolopitekus ön insandan Homo sapiens'e uzanan, beyin zarının evrimiyle paralel ilerlemiştir. Dedikodu yapmak, ünlülere duyulan hayranlık, biyografiler, romanlar, savaş hikâyeleri ve spor sohbetleri gibi konuların modern dünyaya ait ögeler olmasının sebebi, diğer insanlara duyduğumuz yoğun, hatta neredeyse takıntı derecesinde diyebileceğimiz bu ilginin aslında bireylerin ve grupların hayatta kalmasını sağlıyor olmasıdır. Öykülerle yakından ilgileniriz, çünkü beynimizin işleyişi, geçmiş ve gelecekle ilgili senaryolar arasında sürekli gidip gelmek şeklinde gerçekleşmektedir.
0 Yorumlar