Şu asırda her şey öyle hızlı öyle hızlı ki, çabucak tüketiyoruz birbirimizi. Uzun sessizliklerle tanışıyoruz sonra. Konuşacak, gülecek, ağlayacak ve hatta kavga edecek meselemiz bile kalmıyor hâliyle. Tom McCarthy, "İnsanlar başkalarına kendileri hakkındaki her şeyi anlatsalardı çok sıkıcı bir dünyada yaşıyor olurduk." der. Galiba biraz yavaşlamak gerek.
Burada tam anlamıyla sokak sesleri vardı: Uzaktan geçen arabalar, otobüsler, trenler, uçaklar, şehirlerin sahip olduğu o mutat bastırılmış harıltı. Yukarıda üçüncü katta çocuk, gamlarını sıralamaya başlamıştı Bunlar piyanistin penceresinden dökülüyordu ama merdiven boşluğunda duyulan kendi çalışı gibi boğulmuyor, yaz havasına saçılıyordu. Ciğerci kadının, neredeyse tam tepemdeki mutfağının dışındaki vantilatörden dışarı pompalanan dumanı görebiliyordum. Kendi banyo penceremin pervazını görebiliyordum ama camını göremiyordum: Açı çok dikti. Motosiklet meraklısı üç metre kadar solumda duruyordu. Somuna vurmayı bırakmış, şimdi çeviriyor bir şeyi gevşetiyordu. Motosikletin motorunun altında toprakta bir yağ lekesi oluşmuştu: Gölge gibi duruyordu ama daha yoğun bir şeydi. Bir süre bu lekeye bakarak motosikletinin yanında durdum ve "İşin bittiğinde onu öylece bırak," dedim.
"Neyi bırakayım," diye sordu başını kaldırıp, biraz gözlerini kısıp bana bakarak.
"O lekeyi bırak," dedim.
"Ne demek bırak, yani," diye sordu.
"Yani dağıttırma veya üstüne örttürme. Daha sonra onu kaydetmek isteyebilirim."
"Kaydetmek mi," diye sordu.
"Her neyse," dedim. "Şunun silinmesine izin verme. Anladın mı?"
"Evet," dedi. "Tamam."
Onun yanından ayrılarak salıncaklara doğru yürüdüm. "Kaydetmek" ile neyi kast etmiş olduğum onun üstüne vazife değildi. Neyi kast ettiysem kastetmiştim işte: Ona söylediklerimi yapsın diye para ödüyordum. Pis herif. Gerçi gerçekten de lekeyi kaydetmek istiyordum: Biçimini, tonunu. Bunlar önemli şeylerdi ve bunları kaybetmek istemiyordum. Daireme dönüp bu lekenin suretini çıkartabilmek için bir parça kâğıt almayı düşündüm ama bunu daha sonra, onun olmadığı bir zaman yapmaya karar verdim. Gerçi yağmur yağarsa... Salıncaklardan birine oturarak gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. Yağacağa benzemiyordu: Tek tük dalgalanan bulutların geçtiği mavi bir gök vardı. Bir süre salıncaktan aşağıya süzüldüm, salıncak ileri geri sallanmaya devam etsin diye ittirdim ve sırt üstü salıncağın altına uzanarak tepemde, göğün altında sallanışını seyrettim. Dalgalanan bulutlar yavaşça, salıncak ise hızlı hareket ediyordu. Mavi kıpırtısızdı ama yüksekten uçan iki uçak, arkalarında bıraktıkları buhardan izle gökyüzünü parçalara bölüyorlardı, aynı Naz ile benim şehre raptiye ve iğnelerimizle yaptığımız gibi. Sırtüstü yatmaya devam ederek, kollarımı otların üzerinde iki yana doğru uzattım, o karıncalanma hissi bütün bedenime yayılıncaya kadar avuçlarımı açtım. Orada çok uzun bir süre her yanın karıncalanarak ve gökyüzüne bakarak yattım kaldım.
0 Yorumlar