Bizim olmayan hayatların içinde kendimize yarattığımız ufacık alanlara sevinir hâle gelmişiz. Hâlbuki yaşamak bizimdir. O ne der, öbürü ne ister diye diye başkasına ait bir ömrü tüketmek zorunda değiliz hiçbirimiz. Abasıyanık, "Küçücük hürriyetler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum." der. Uzun günler var düşünecek. Bir kere yaşıyor insan unutmayın.
Güneş tutulması esnasında doğan tek çocuk bendim. Dolayısıyla diğer insanların yapamadığı şeyleri yapan tek kişi olma ihtimalim yüksekti. Belki de bundandı kimseye kolay kolay denk gelmeyecek olayları yaşama olasılığımın fazlalığı... Bu yüzden hep farklı hissettim kendimi; ya da bir şekilde hissettirildim. Yalnızca anacığımın gözünde değil, köydeki konu komşuların nazarında dahi ayrıcalıklıydım. Kimi içten bir gülüş içerisinde, kimi bana uzatılan en büyük elmada, kimi onca çocuğun içinde bi’ benim başımın okşanmasında fark ederdim. Bunların hepsi özel olduğumdan değil de, ruhumun eksik ve kırık dökük yanını onarmak içindi belki de. Kim bilir? İnsanın ruhu ne vakit eksik kalırmış tâ o zamanlarda tecrübe etmiştim. Yanıtı ise tek kelimeydi. Babasızlık...
Siz hiç babanızın aynı anda var olup yok olduğunu bilir misiniz? Cevabınız hayır ise hiç bilmeyin o vakit garip bir şekilde can acıtan bu sızıyı. Ben babamı bildim bileli gemilerde çalışırdı vakti zamanında, yabancı ülkelere giden... Bir yılın topu topu iki ayı bizimle olur geri kalan sekiz ayda ise deniz ve mehtap daha fazla görürdü onu. Bu çocuk dünyama yapılan büyük haksızlık değil de neydi acaba? Babama en fazla ihtiyaç duyduğum anda yanımda olmaması, ettiğim kavgalarda değil yanımda arkamda dahi duramaması çok ama çok kötü bir duyguydu. Üzerinden geçen onca seneye rağmen o hissin eskimemesi yüreğimin üzerinde dönüp duran bir lanet olmasıdır belki de.
Bir keresinde Muhtar’ın oğlu Avni; “ateşlenip hasta olduğum zaman canımın istediği her şeyi annem bulup buluşturur” demişti. O sözler zihnime, yüreğime bir kitabe misali öylesine kazındı ki; ilk fırsatta denedim. Önce hasta olup ateşlenmem gerekiyordu aklımdakini yapmam için. Ben de oldum… Sınıftan aldığım tebeşirleri ezip suyla yuttuktan sonra gün içerisinde istediğim ateşe kavuşmam zor olmadı. Anacığım yatak döşek yatırıp üzerime titrerken; gözleri nemli bana baktı. Onun içinde kolay değildi kadın başına çocuk büyütmek. Kederli bir iç çekişin ardından nasırlı elleri yüzümde dolaşıp hafifçe eğildi üzerime. “Bir isteğin var mı oğlum?” İstediğim soru nihayetinde gelmişti. Sesimi aramak için ağzımı açtığımda son derece paslı bir cızırdamayla döküldü kelimeler dudağımdan. “Babamı istiyorum anne.”
Gözünden önce bir damla yaş düştü ve hemen peşi sıra takip etti sağanakları. Ağladı annem. Anlamadım o zaman neden ağladığını, anlamda veremedim ayrıca. Zaten üzerinde dahi durmadım benim istediğim sadece babamdı. Babam… Avni ateşlenince istediği her şeyi bulup getiriyorsa anası, benim istediğim maliyeti olmayan bir şeydi ve benim anamda getirebilirdi öyle değil mi? Çünkü babamdı benim istediğim. Sadece babam. Sonuç itibarı ile ben o zaman sadece ateşlendiğimle kaldım çünkü ne babam geldi, ne de benim hastalandığımdan haberi oldu. Anacığımın yaptığı ilaçlarla sıkı bir terledim sonrasında attım ateşi; ama yüreğimdeki kor alev alev yanıyordu hâlâ.
Günler günleri, haftalar haftaları ve aylar ayları kovaladığında nihayet babamın yılda bir kez kullanabildiği o iznini tüketme zamanı gelmişti. Annem günler öncesinden hazırlıklar yaptı elde olan imkânlarla. Babamın en sevdiği yemekler sürüldü ocağa. Eski zaman, yokluk çok ve hâliyle lüks bir şeyler insanın en sevdiği yemekler olmuyor. Ya turşu kavurmasıdır veya mısır ekmeği, belki de açılan yufkalara dökülen şerbetli uyduruk bir tatlı…
Velhasıl o gün gelip çatınca vardı babam evimize. Zihnimde büyüttüğümden mi yoksa gerçekte öyle olduğundan mı hâlâ bilemem bunu ama o gün çok büyük geldi babam gözüme. Belki de yüreğimdeki hasretin darası onu oldukça ağır kılmıştı görüş alanımda. Yüreğim kuş misali bir çırpınış içerisinde sevinçle babamın dizlerine sarıldığımda şefkatle eğilip aldı beni kucağına. Sıkıca sarılıp öptü siyah saçlarımdan ardından da yanaklarımdan. “Kuşlar söyledi beni çok özlemişsin öyle mi?” Babamın sorusuna gülümseyerek başımı salladım. “Çok özledim.” Dedim sonrada ekledim. “Peki, kuşlar hasta olduğumu ve senin gelmeni çok istediğimi de söyledi mi?” Anlamadığım bir şekilde annemle bakıştılar, sonra garip bir karartı çöktü gözlerine ve ardından yine sarıldı. Neşeyle gülümseyip ben de sarıldım. “Aslan Babam.” Hemen karşılık buldu sözlerim. “Aslan Oğlum.”
O gün hiç babamın dizinin dibinden ayrılmadım. Nereye gittiyse ben de gittim peşi sıra. Elini tutarken göğsümü şişirdim, son derece gururlu bir eda ile. Babam yanımdaydı çünkü. Kaç gün bu şekilde birlikte gezdik bilmiyorum, saymadım. Sayılı günler geçer misali sözünün vuku bulmaması adına saymadım… Nihayet bir sabah uyandığımızda babam; “Yarın bayram” dedi ve ekledi. “Bugün sana bayramlık almaya gidelim pazara. Ne istersen alalım olur mu?” Bir şey söylemeden gülümseyerek salladım başımı. İçim kıpır kıpır yaptım kahvaltımı. Annemin sürdüğü kuru yağlı ekmeği yedim. Zeytinimi iki ısırıkla tamamladım ve midemin diğer boş kısmını babamın yüzüne bakarak doyurdum.
Kahvaltımızın ardından hep birlikte Pazar yerine indik yürüyerek. Kimi omuzlarında taşıdı babam kimi elimden tuttu ve beraber attık adımlarımızı. İnanılmaz keyif almıştım, daha dün gibi hatırımda yüreğimin o pır pır heyecanı… Pazar alanına geldiğimizde eksiğim ne varsa aldılar, kimisinde beğenip beğenmediğimi sordular kimisinde hiç sormadılar, sanırım en uygununu aldılar. Zaten benim de giysilere dair hatırladığım tek şey hepsinin iki beden büyük oluşu ve anacığımın “e seneye de giyer” sözleriydi. Neticede o zaman alınan kazağın, kolu söküldüğünde üzerime anca oluşuydu, o yıllardaki kıtlığın kanıtı.
İkindi vakti girmek üzereydi biz pazardan çıktığımızda. Neşe ile sekerek yürürken; tezgâhta parıl parıl parlayan şey çekti dikkatimi. Büyülenmişçesine yürüdüm ona doğru ağzım bir karış açık, gözlerimde son derece hayranlık anlatan bakışlar eşliğinde… Elimi uzatıp dokundum ve usulca gezdirdim parmaklarımı. Sonra başımı hafifçe kaldırdım babama doğru. “Çok güzel” dedim ve hemen ekledim “benim olabilir mi? Alır mısın bunu bana?” Babamın vereceği tepkiyi korkarak beklerken; aldığım yanıt gülümseme ve başını “evet” anlamındaki sallayış oldu. Bundan sonrası ise hızlı çekim misali gerçekleşti. Babamın fiyatını soruşu, parasını cebinden çıkartıp uzatışı, ardından file torbamıza koyup yanımıza alarak evin yolunu tutuşumuz.
Yol boyunca anacığımın elindeki torbaya baktım, nasılda bana bakıp parıldıyordu. Ona her bakışımda kalbim kıpır kıpır yapıyorsa bu bir aşk olabilir miydi acaba? Sahi aşk neydi? Köyde bazen ablalar, abiler konuşur bizim aracılığımızla mektup yollarlardı birbirine. O halde mektup yollamak mıydı, yoksa atma türkü tüttürmek miydi aşk? Düşüncemle omuzlarımı silkerken; boş verdim önceki yarım yamalak öğrendiğim bilgilere. şık olmak istemek ve onun varlığına ihtiyaç duymaktı bence. Ben eğer onu çok istediysem varlığına ihtiyaç duyduysam ona âşıktım ve o da benim ilk aşkımdı öyleyse. Hem ilk aşkım, hem ilk kalp tutulmam.
Heyecan kalbimi esir alıp yol boyunca beni soluksuz bırakırken; bedenimde ve ruhumda tarifsiz tatlar yaşamama sebep oluyordu. Akşam ezanı okunmadan eve varmıştık. Aldığımız bayramlıkları her gece yattığım divanın karşısındaki sedire dizdik, babamla. İlk aşkımı da koydum hemen yanı başına. Ekseri erken yatmayı sevmezken, şimdi bir an evvel uyumak istiyor sabah olunca doludizgin bir bayram yaşamak istiyordum ilk aşkımla. Bu heyecanımı anlayan annem evvela yıkadı beni. Her tarafımı beyaz sabunla köpürtürken; “her çocuk arife günü yıkandı mı arife çiçeği olur” dedi. Tabi yine anlamadım. Sahi bu büyükler neden çocuklarının kalbinden veya dilinden konuşmuyordu da bizlerin bunu kendi dünyamızda anlamamızı istiyordu bilmiyorum. Şimdi yetişkin olup bu ve buna benzeri sözleri hâlâ idrak edemiyorsam, gönlümün o yıllarda kaldığının emaresidir belki de bu…
Annemin beni kurulayıp, pamuklu pijamalarımı giydirmesi ve babamın kucağına alarak divandan bozma, geceden geceye hazırlanan seyyar yatağıma yatırmasıyla gün son buldu artık. Işıklar kapanıp gözlerim ona takılı kalmış bir şekilde daldım uykuya. Gözümü açıp kapama ile geçen zamanın ardından gün ağarmış bayram sabahına merhaba demiştik sonunda. Oldukça neşeli geçen ve ne yediğimi hatırlamadığım kahvaltı sonrası giyindim bayramlıklarımı. Babamla bayram namazı için evden çıkmadan ilk aşkımı da aldım yanıma. E, onsuz gidemezdim, ben nereye o oraya. Birlikte sekerek yürüdük yolları, birlikte tırmandık onca merdivenleri ve birlikte girdik camiye. Yanı başıma iliştirdim onu. Arada bakıştık birbirimize...
Kılınan namazın, cemaatin birbiri ile bayramlaşmasının ardından tekrar evin yoluna revan olduk babamla. Kapıda bizi bekliyordu annem; babamın elini öpüp bayramlaşınca ben de aynı şekilde öptüm babamın ve ardından anacığımın elini… Sonrasında hep birlikte gezdik büyüklerimizin evini ve onlarla bayramlaştık. Bu esnada tabi ilk aşkımda yanımdaydı hep. Dedim ya; ben nereye o oraya… Nihayet ziyaretlerimizi bitirip eve döndüğümüzde sokakta oynayan arkadaşlarımın yanına katıldım. Olgunda olsam çocuktum nihayetinde ve oynamak hakkımdı. Koşmaya başladık, tatlı bir eğime sahip olan güzel bayırdan aşağıya. Sanki dizlerimizin kesildiğini hisseder oluyor, arada çığlıklar koparıveriyorduk dudaklarımızdan. Ah nasılda güzeldi…
Sonrasında dere kenarına vardık. O gün akan suya baktığımda garip bir hüzün çöreklendi küçük yüreğime, şimdi dahi anımsadığım garip bir duygu eşliğinde... Geri dönmek istemiştim, sanki benden alıp götüreceği şeyleri sezmiştim. "Gel, suya ayaklarımızı sokalım." Avni'nin beni dürtükleyerek söylediği sözler üzerine iç çekerek geldim kendime. Başımı "tamam" dercesine sallayıp çok da iradem dâhilinde olmayacak bir şekilde adımlarını takip edip onunla birlikte oturdum düzlüğe. Ardından isteksiz bir şekilde çektim kucağıma ayağımı. Usulca dokundum ilk aşkım dediğim pabuçlarıma. Ayağımdan yavaşça çıkarıp bıraktım yanıma. Bir gözüm onlarda, diğer gözüm ayaklarımı ileri geri yapıp köpürttüğüm sularda. İçimden atamadığım hüzün öyle yoğundu ki arada Avni bana su fırlatsa da değişmiyordu bu. Fırtına öncesi sessizlik misaliydi her yer.
Ben dalgın dalgın sulara baktığım sırada arkamızda koşturan çocukların sesi ve hareketleri artmış arada bize çarparak sendelememizi sağlıyordu oynadıkları plastik top… Dakikalar ilerledikçe bu temaslar artmış benim huzursuzluğumu ikiye katlar olmuştu. “Ben artık gideyim.” Diyerek Avni’ye düşüncemi bildirip karşılığında onun başını sallamasıyla aldığım cevabın üzerine ayağa kalktığım sırada top önce bana sonra pabucuma çarptı… Ve hiç olmaması gereken bir şey olup dereye düştü teki…
Gözlerim yuvalarında irice açılıp ona bakarken çoktan suyun kuvvetiyle aşağıya doğru salınmaya başlamıştı. “Ayakkabım.” Diyerek bağırıp hızla yalınayak koşmaya başladım, ayağımın altındaki çakıl taşlarını önemsemeden. Koştum, koştum, koştum. O güne kadar bildiğim tek hız türü; ışık hızıydı; ama o saniye bu bilgiye birde suyun akış hızı da eklendi. O kadar süratliydi ki yetişemedim ve kayboldu görüş alanımdan. Gözümden hızla yaşlar süzülürken tekrar döküldü dudaklarımdan canımı acıtan kelime. “Ayakkabım.”
Bir insan kayıp giden bir ayakkabı için bu kadar gözyaşı döker üzülür müydü hiç? Ben üzülmüştüm işte. Peki, bir insan bir ayakkabıya âşık olabilir miydi hiç? Ben olmuştum işte… Sebebi babamla birlikte almış olmam mı, yoksa babamın almış olması mı bilemem ama o kayıp giden ayakkabı benim ilk aşkım ve ilk kalp tutulmamdı. Herkes kendi yaşadığını bilip; ona üzülüp sevinirken; yaşadığım ilk kalp tutulmamı baş edemeyecek kadar büyük bir olay olarak görmem çok da manasız değildi bence o yaşımda. Yetmiş yaşındaki dedem dahi “bu hayatta ne yaşadın diye?” diye sorulmuş bir soruya “bu ahir ömrümde yaşadığım sadece bir gündür, o da bugündür.” Cevabını veriyorsa eğer; on senelik yaşamımda hissettiğim ve tattığım ilk aşk, ayakkabılarıma olanı ve en büyük acı da yine onu kaybetmem olması çok da olasılıksız değildi herhâlde...
0 Yorumlar