Kötülüğün kol gezdiği, karanlığın bayrak olduğu zamanlarda her zaman birileri çıkar ortaya. Stefan Zweig, felaket sürerken Avrupa'da "İyilikle gülümseyebilen insanlar vardı hâlâ." diyebilmiştir mesela. Her şeye ve bu çirkin çağa rağmen gülümseyebilenlerden olmak adına.
Sonraki haftalar zamanın ötesinde yaşadılar. Como Gölü boyunca aşağıya yürüdüler. Küçük valizlerini önden yollamışlardı. Özgür olmak istiyorlardı: Kendilerini zaten bir göreve bağlanmış hissediyorlardı. Bir keresinde günlerden çarşamba mı, perşembe mi diye kavga etmişlerdi; bu onların tek kavgasıydı. “Trene binmek zorunda olmasak saatimi de kurmam gerekmezdi. Zaman da takvimler de bir esaret.” Çok paraları olmadığından restoranı olan küçük otel ve kasabalarda geceliyorlardı; Léonard ona olabildiğince büyük şehirlerden kaçınmaları gerektiğini açıklamıştı. Müze ve kütüphaneler Léonard’ı ilgilendirmiyordu: O, küçük kasabalardaki basit insanları görmek istiyordu. Oralara gidiyorlardı, Bellagio ve Villa d’Este’ye değil; ipek dokumacılığı yapılan ve yabancıların hiç uğramadığı ve aslında görülecek hiçbir şeyin bulunmadığı yerlerde kalıyorlardı. O küçük otellerde kendilerini iyi hissediyorlardı. Léonard için örneğin ayakkabı tamircisiyle konuşmak, köy okuluna gitmek önemliydi. Evlerin içlerine bakıyorlardı. Léonard onlara ne kadar kazandıklarını soruyordu. Bağcılarla sohbet ediyorlardı. Onlarla birlikte evlerin önlerinde oturuyorlardı. “Onlar da bu bütünün parçası. Bu nedenle eve döndüğünde sanki İtalya’nın hiçbir şeyini görmemişsin gibi kimse sana gülmeyecek, ne Pavia’nın Certosa’sını ne de Venedik Akademisi’ni. Nerelere gittiğimizi bilmeyecekler. Bu kasabalar önemli değil. Ben de onları unutmak istiyorum. Bunlar benim için ‘her yer’ demek. Bir ülkenin önemi, onun ölmüş büyüklerinin sayısıyla orantılı değildir. Yaşayanları önemlidir. Hem de tepedekiler ve onların üstündekilerle değil, sıradan insanlarda yaşamaya devam eder. Ben her yerde onları arıyorum. Çünkü olağandışı olanı aramak yanlıştır,” dedi Léonard. “Yanlış bir ölçüt mevcuttur. Turist rehberlerinde önemli olarak Ravenna, Katedral, Leonardo sıralanmıştır. Burada da heybetlilerin yanından geçip gittik. Çünkü gerçek olan anonim olandır, sıradan insandır, bizi biz yapan Ben’dir.” Küçük notlar aldılar, gezmeye çıktılar, Léonard günlük tutuyordu. “Gördüklerimi kaleme alıyorum. Sıradan olanı. Bunu on yıldır yapıyorum. Birçok şeyi bu notlarımdan hatırlıyorum. Aynı şeyi İngiltere'de Samuel Pepys adlı bir adlı bir adam da yapmış. Alınan bu notlar çok önemli bir işlevi yerine getirir. Bunlar, uzun konuşmalardan, kalın kitaplardan çok daha fazlasını başarır. Onlar savunmak, sırlar saklamak zorundadır, biz ise açığa çıkarmak zorundayız. Biz, yani sıradan adam, biz bu lüksü yaşayabiliriz, hakikatin lüksünü. Çünkü ayrıntı tarihi şekillendirir. Öz buradadır. Bu bir tür muhasebe defteri gibidir. Kendisi üretken olmayan, çalışkan ve titiz olmalıdır. Bu şekilde de katkıda bulunabilir.”
Clarissa böyle bir mutluluğu daha önce hiç tatmamıştı. Babasından tanıdığı bir dürüstlüktü bu: O böyle bir dürüstlüğün içinde yaşamış ve bu kendisine de geçmişti. Anlamayı, her şeyi hafife almayı öğreniyordu. Bunu yaparken kibirlenmiyor ama kendini güvende hissettiği için neşeleniyordu. Hatta yemeği bile kendisi pişiriyordu. Nereye giderlerse gitsinler her anın tadını çıkarıyorlardı. ”Bir saat hiçbir şey düşünmemek! Bu kaybedilen bir zaman değildir." Şu an, yaşamaktan başka hiçbir şey arzulamıyordu. Babası hizmet etme isteğiyle kendini tüketmişti; (profesörü bu itirafa gülümserdi); tek arzusu kendisini yok etmek olmuştu. Clarissa, Léonard'ın iki kitap yazdığını ve üçüncüsü üzerinde çalıştığını öğrendi; kitapları kendi adıyla yayımlamamıştı, kasabadaki hiç kimse onun o Michel Arnaud olduğunu bilmiyordu. Bu onun kendini göstermeme eğilimine uyuyordu. Onun her şeyinde bir ölçü vardı. Akşamları Clarissa'ya ya bir şeyler anlatıyor ya da Montaigne'den bir şeyler okuyordu “Her insanın bir sevgilisi vardır, Montaigne benim eğitmenim, benim yardımcımdır. O kendisinde kendimi bulduğum adamdır. Pascal daha derindi, Balzac daha dâhiyane - ancak kimse daha insancıl değildi, hiç kimse insan hakkında, sıradan insan hakkında daha fazla bilgiye sahip değildi." Bir piyano bulduklarında karşılıklı birbirlerine çalıyorlardı.
Haftalar geçip gidiyordu, daha önce hiçbir şey farklı değilmiş gibi, ezelden beri birbirlerini tanıyorlarmış gibi. Her ikisi için de her şey farklı görünüyordu. Léonard daha neşeli, daha netti. Clarissa eskisinden daha rahat konuşuyordu. Yürüyüşü daha bir canlanmıştı. Daha özgürdü. Gerçekten ilk kez kendini dünyaya açmıştı.
Endişe nedir bilmiyorlardı, yalnızca neşeliydiler; nereye gideceklerini nadiren bir gün öncesinden planlıyorlardı. Bazen bir ayakkabı tamircisinin dükkanı, bazen de basit lokantaların önünde oturuyorlardı. Turist rehberleri, şehir planları satın almıyorlardı. Clarissa ülke dilini anlamıyordu. Rahiple ya da eczaneden biriyle konuşmayı deneyebilirlerdi, ama onlardan bile çekiniyorlardı. "Yoksa yaşamayız, zaman yaşamdır. Bu bile rahatsız ediyor," diyordu Léonard. "Kendimizi yaşatalım." Gazete okumuyorlardı. Neler olup bittiğinden haberleri yoktu. "Bu bile yükümlülük altına girmemiz demektir." "Denizde yüzüyormuş gibi özgür olma duygusunu bir kez olsun yaşamak. Her şeyden özgür olarak. Zamandan, dünyadan." "O zaman eşeğiyle seyahat eden biri gibi olabilirdim burada." Demek Léonard'ın arzusu buydu. "Sen yalnızca kendini düşünüyorsun." — "Hayır," dedi Léonard, "seni de düşünüyorum. Hatta yaşlı bir anneyi, köylü bir kadını -karım bunu kavrayamadı- keskin, aydınlık gözlerle bunu yaşamak, mutlu olabilirdi. Ne tuhaf, her yoksulu düşünüyorum, az şeyi olan herkesi. Ama her şeye sahip olanları da düşünüyorum, her birinin istediği şeyi anlayabiliyorum, çünkü her birinde, onları namussuz yapan bir şeylerin var olduğunu biliyorum."
0 Yorumlar