“Bunu bir tiyatro oyunu olarak düşün,” demişti İrem. “Sen metin yazarısın. Hem yazar hem de yönetmen. Tek kişilik bir oyun yazıyorsun. Belli konulara yoğunlaşmış biri olarak düşün kendini. Ama her seferinde istediğin gibi sahneliyorsun oyununu. İstediğin dekorda, istediğin ışıkla. Şöyle bir ses düzeni istiyorum diyorsun, ânında oluyor. Kostüm böyle olsa daha iyi olur diyorsun, pat diye halloluyor. Bu konuda hiçbir bütçe sıkıntının olmadığını düşün.”
Heyecanlanmıştı. Arada ayağa kalkıyor, arada oturuyor, soluklanmak için şarabından iri bir yudum alıyor. Sonrada elleriyle havada daireler çizerek anlatmaya devam ediyordu.
“Ben bu oyunun yapımcısıyım. Sen bana şunu istiyorum diyorsun, ben hemen hallediyorum. Sahneyi bulmak, seyircileri ayarlamak, paranın peşinde koşmak falan hep benim işim. Elimizde harika bir oyun var, benim sorumluluğum da bunu doğru yerlere satmak. İşin orasına sen hiç karışmayacaksın.”
Ne yalan söyleyeyim, öylesine büyük bir coşkuyla anlatıyordu ki, izlerken büyülenmiştim. Tiyatro oyunu benzetmesiyle beni ânında avucuna almıştı. Sedat ayağa kalkana kadar İrem’in sözlerinin hiçbir noktasını sorgulamamıştım.
“Bu oyuna bir de oyuncu gerekiyor,” derken abartılı bir hareketle kollarını iki yana açmıştı Sedat. “O noktada da devreye ben giriyorum. Sahne, ışık, hareket, replikler ve perde…” İrem’in alkışları arasanda selamını verip gururla bana bakmıştı.
Sedat’ın şaklabanlığıyla kendime gelmiştim. “Bu dediklerinizde ciddi değilsiniz değil mi? Böyle anlatınca oldukça eğlenceli ama gerçek hayatta karşılığı yok bu oyunun.”
“Ben gayet ciddiyim,” demişti İrem, “denemekten ne çıkar? Sedo’dan bir kişisel gelişim uzmanı yaratabiliriz. Sen yazarsın, ben pazarlarım. Sahneye ondan daha çok yakışacak birini düşünebiliyor musun?”
“Saçmalama İrem. Ben ne anlarım kişisel gelişimden? Hem kim inanır Sedat’ın anlattıklarına?”
“Bütün gün bana anlattıklarını yazsan yeter. İnsanların kendilerini iyi hissettirecek hikâyelere ihtiyacı var."
0 Yorumlar