Ayna ve Çan
Sekiz yıl kadar önce; Totomi, Mugenyama denilen yerde, rahipler tapınaklarını büyük bir çanla süslemek istemişlerdi. Bu yüzden, çan yapımı için gerekli malzemeyi elde etmek için; tapınak cemaatindeki kadınlardan eski bronz aynalarını tapınağa bağışlamalarını rica ettiler.
(Bugün bile, Japonya'daki tapınakların avlularında bu amaçla toplanmış ve üst üste yığılmış eski bronz aynaları görmeniz mümkündür. Benim gördüğüm en büyük ayna bağışı, Kyüşü bölgesindeki Hakata şehrinde bulunan bir Cödo mezhebi tapınağının avlusundaydı. Bu aynalar, otuz üç şaku - yaklaşık on metre - yüksekliğinde bir Amida Heykelinin yapımı için bağışlanmıştı.)
Mugenyama'da yaşaya ve bir çiftçinin hanımı olan genç bir bayan, çan yapımına küçük de olsa bir katkı olması dileğiyle aynasını tapınağa bağışlamıştı. Ancak kadın, bağışı yaptıktan sonra çok geçmeden bu yaptığına pişman oldu. Kendi kendine '' Ne yaptım ben! Keşke aynamı bağışlamasaydım!'' diye hayıflandı.
Kadın, annesinin o aynanın geçmişiyle ilgili anlattıklarını hatırlamıştı. Ayna, sadece annesinden kendisine miras kalan bir şey değildi. Annesinin annesi de, annesinin büyükannesi de bu aynayı kullanmıştı. Bu insanların gülümsemeleri, işte hep bu aynaya yansımıştı. Kadın, kendisinin gülümseyişinin de defalarca bu aynaya aksettiğini düşündü. Elbetteki, bu aynanın yerine rahiplere bir miktar para verip, aynayı geri alması mümkündü. Ancak, kadının o kadar parası yoktu. Tapınağa her gidişinde, avluyu çeviren çitin ilerisinde yığılı duran yüzlerce ayna arasında öylece duran kendi aynasına bakıyordu. Aynanın arkasındaki şö-çiku-bai kabartmasından dolayı, kendi aynası olduğunu kolayca anlamıştı. Mutluluk getirdiğine inanılan bu çam, bambu ve erik çiçeği motifi; daha bir bebekken annesi tarafından kendisine ilk kez gösterildiğinde, kendisini ne kadar da neşelendirmişti!
Kadın, aynayı çalıp bir yere gizlemeyi düşündü. Eğer böyle yaparsa, sonsuza dek kendi hazinesi olarak bu aynaya sahip olabilecekti. Ancak, kadının eline böyle bir fırsat bir türlü geçmedi. Kadın, kendini çok kötü hissetmeye başlamıştı. Çünkü kendi yaşamının önemli bir parçasını , çok ahmakça bir biçimde başkalarına vermişti. Kimi zamanlar, aklına şu atasöz geliyordu: ''Ayna kadının ruhudur.'' (Ruh anlamına gelen Çince karakter, pek çok aynanın arkasında yazılıdır. Bu atasözünün tüm gizemi, işte bu tek karakterde gizlidir.) Bu atasözünün, düşündüğünden çok daha fazla gerçekliğe sahip olabileceği düşüncesi kadını korkutmuştu. Buna rağmen, bu derdini kimseyle paylaşmadı.
Sonunda, çan yapımı için bağışlanan aynaların hepsi dökümhaneye gönderildi. dökümhanedeki işçiler, aynalardan birinin bir türlü erimediğini fark ettiler. Defalarca uğraşmalarına rağmen ayna bir türlü erimemişti. Bu durum, aynayı bağışlayan kadının bağıştan dolayı pişman olduğunu gösteriyordu. Kadın, aynayı içtenlikle bağışlamadığı için kadının benliği aynaya yapışıp kalmıştı. Bu yüzden de, ayna; alevlerin ortasında soğukluk ve sertliğinden bir şey kaybetmiyor ve ermiyordu.
Olay, çok geçmeden dilden dile yayıldı. Herkes, bir türlü erimeyen aynanın sahibinin kim olduğunu çok geçmeden öğrenmiş; böylelikle, kadının sırrı açığa çıkmıştı. Bu durum, kadın için büyük bir utanç kaynağıydı. Derin bir utanç ve öfke içinde kıvranan zavallı kadın, çevresindekilerin kendisine karşı soğuk davranışlarına daha fazla dayanamadı. En sonunda, bir mektup yazarak; kendini nehrin derin sularına bıraktı.
Mektupta şunlar yazılıydı:
Ben ölürsem, aynayı eritmek ve çana katmak kolay bir iş olacaktır. O çanı çalarak parçalayacak kişiye ise, ruhum büyük bir servet hediye edecektir.
Herkesin bildiği gibi; öfke içinde çıldırarak ölenlerin veya intihar edenlerin, son istek ya da taahhütlerinin tabiatüstü bir güce sahip olduğuna inanılır. Ölen kadının aynası eritilip çan döküldükten sonra; insanlar, mektupta yazılı olanları anımsadılar. Ölen kadının ruhunun, çanı parçalayacak olan kişiye büyük bir servet bahşedeceğinden kimsenin şüphesi yoktu. Bu yüzden, yeni çan, tapınak avlusuna asılır asılmaz; insanlar tapınağa adeta hücum ettiler. Herkes, büyük bir hevesle var gücüyle çanı çalıyor ve çanı kırmaya çalışıyordu. Ancak yeni çan, son derece sağlamdı. Aldığı güçlü darbelerden, hiç de etkilenmiş gibi görünmüyordu. Fakat insanlar bundan dolayı yılmamışlardı. İnsanlar her gün, sabahtan akşama kadar; çıldırmışçasına çanı çalmaya devam ettiler. Rahipler , bu çılgınlığı engellemeye çalışsalar da; kimse rahiplerin dediğine kulak asmıyordu.
Bir türlü susmak bilmeyen ve günün her saatinde büyük bir gürültüyle çalan çan, artık herkesi canından bezdirmişti. Rahipler de, artık bu sese tahammül edemez hâle gelmişlerdi.
Rahipler, en sonunda çanı olduğu yerden söktüler ve dağ yamacından aşağıya yuvarlayarak bir bataklığın içine attılar. Derin bataklık, çanı yutmuştu. Böylelikle, çan ebediyen karanlığa gömülmüş oluyordu.
Çandan geriye ise, sadece efsanesi kalmıştı.
Bu çan, Mugenyama çanı olarak anılır.
0 Yorumlar