"Öylesine" - Yıldız Ertan


  Ruhumun derinlerine indim ben bugün. Buz gibi bir zemine çarptı nefesim. 
   Aklımdan çıkan dumanların nasıl da buz kestiğini gördüm ve ilerledikçe çarptım, çarptıkça tuz buz oldular. Üzerlerine bastım, ayaklarım kesildi. Ayaklarım çıplaktı. Terliklerim bile yoktu ben ona giderken. Beden denen zırhımı kapıda çıkardım. Öyle, öz ruh olarak, saf olarak, masumca kalakaldım yanında. Dokunduğunda soyuldu kabukları ruhumun. Bir köpek yavrusu gibi ıslak ve titrek... Merhametli baba ellerinden öptüm. Gül kokan bileklerinden... Pudra kokulu boynu vardı. Çay tomurcuğu saçları, buram buram... Gözleri deniz... Gözleri tuzlu, yakan... Dua gibiydi onun sesi; cuma günleri camiden saçılan. Ana rahmine dönme isteğiydi o. Duşun altında öylece kalakaldığım... Durduk yere onun için ağladığım... Bakışlarının daldığı yerde bittiğim... Su gibi, öyle kana kana içmek istediğim… Öylesine inandığım... Bende inanmak eksikti, onunla tamamladım. Kahvemin telvesindeki her şekil... Kabaran ve taşan özüm... Parmak uçlarına asmak istedim geleceğimi. Tırnaklarının arasına kaçsındı derim. Yeşilim, mavim, beyazım... Siyaha boyadı ruhumun duvarlarını. Elleriyle inşa ettiği, renklendirdiği koridorlarımı... Şimdi, onu benden alanlar için dilediğim penceresiz evlerde sıkışıp kaldım. Havasız, karanlık. 
   Öyleydi o... Böyle değildi. 
   İçin mi karardı? Hoş geldin aklıma... Buralar çok tenha. Alış işte tüm bunlara. Senin yaşayacakların bunların yarısı daha. Sesim geliyor mu? Dünya başıma yıkıldı. Önce çocukluğumun evleri çöktü ayaklarıma, sonra gençliğimin binaları, şimdi de benimle beraber büyüyen gökdelenler temellerinden çöküyor. Ezildim, kırıldım, yarıldı kasıklarım. Şakaklarıma su boruları girdi, gözlerimden şehrin suları akıyor. Duyuyor musun? Çekmiyor mu? Kıyamet benim başıma koptu. İsrafil, ‘sur’unu benim kulaklarıma üfledi. Sırat köprüsünde intihara meyilliyim, izliyor musun beni? Kaç ivme kazanırım, kaç beton etkisi bu atlayış? 
   Onlar ittiler beni.
   Ayakta uyutulmuş olmanın yorgunluğu çöktü üzerime. Tuvaletin mermerine uzandım. Aynalar üzerime dağıldı az önce, neden, hatırlamıyorum. Çirkinmişim, sevilince güzelleştim sanıyordum. Aşksızlıkla, sevgisizlikle erittiler beni potalarında. Uzun, ince kalıplara döktüler beni. Malzemelerimi çaldılar. Çaldıklarını kendilerine kattılar. Ben eksilirken onlar tamamlandılar. Nasıl güzellerdir şimdi. Nasıl da tamdırlar. Kahkahaları Japon bahçesindeki kuş sesleri, nefesleri denizden esen tatlı meltemdir. Gözyaşları bile güzeldir onların, mutludur gözyaşları.  Yaz sonu yağmurları gibi özlenen... Karanlığı bile severler onlar şimdi, biliyor musun? Mum gibi aydınlatırlar birbirlerini, mum gibi erirler. Karışırlar kaplarına. Dökülürler tenlerine, çıkmazlar, kalırlar, düşünebiliyor musun? Bizi acıtıp bizi unutup kendilerini hatırlatırlar. 
   Biraz uzandım ben, yorgunum. Kan oranım eşitçe yayıldı bedenime. Şimdi daha net. Zihnim daha açık sanki, görüyorum. Gülümsediğinde fotoğraflarda bile çıkan gamzen düştü yanaklarından.  Önünde bir mezar gibi açılıyor git gide. İçine girip uyumak dileğin, biliyorum. Üzerini annen örtsün. Kurumuş kedi çişi kokulu topraklara gömül. Ciğerlerin amonyaktan şişsin. Onun acısıyla durmaktansa ölmeyi tercih eder misin? Net misin? Gerçekten acıyor musun söyle? Parmağındaki yüzük, işlemediğin bir suçun kelepçesine dönüştü mü? Kaç çentik attık duvarlara? Kaç günün daha var aydınlığa? Kaçış yolun var mı senin? Yoksa sen de benim gibi umudu kestin mi? O hapishanede yaşayacak mısın? Yoksa gerçek bir suç işleyip firar edecek misin? Bana planlarından bahsedemez misin? 
    Yalnızım. 
   Hayatımda hiç bu kadar yalnız kalmamıştım. Saf bir yalnızlık bu. Sevdiğin insanların yanında ya da kalabalıkların arasında yaşadıklarından değil. Varoluşun derin yalnızlığı işte. İnsanın kendi yalnızlığı... Dünüyle, bugünüyle, şimdisi ve geleceğiyle baş başa kalışı... Kan akışının sesini duyması, kalbinin atışını ağzının orta yerinde hissetmesi gibi bir yalnızlık. Derin ve ruhsal bir sessizlik ama içindeki karmaşanın tek bir notasıyla bile kulakları patlayacak gibi acıtan. Şöyle düşün: Yerin 13 kat altında daracık bir odada oksijenin tükenmek üzere bekliyorsun. Ne beklediğini bilmeden... Oraya nasıl girdiğini, dışarıda neler olduğunu bilmeden. Düşüncelerinden başka ses yok. Kendini yüzlerce senden dinlemek zorundasın. Dün mü, bugün mü, gece mi, gündüz mü, bilmiyorsun. Öldün mü, yaşamak bu mu, haberin yok. Aklını kaybetmişsin, hafızan silinmiş, tek bildiğin korku. İşte, tam o anda karanlığın diğer ucundaki benle tanıştın. Buyum ben, bana bunu hissettiren ise onlar ve onlar bunun farkındalar. Acımasızlık… Haksızlık... Yeni doğmuş bir bebeğe süt vermek istemeyen anneler gibi… Ölüme terk edilmiş, bir nehrin üzerine bırakılmış, ayaz vurmuş, çıplak, daha göbek bağı düşmemiş bir enik gibi... Düşün işte, nasıl aciz ve terk edilmişim. 
   İnsan ne olursa olsun bağlanmak istiyor bir şeye. Kökleriyle olmasa bile, batarken atılan bir ipe tutunmak istiyor. Kopsa bile umut etmek istiyor.  Onlar, ezdikleri üzümlerin şarabını yudumlarken, ben onları gördüm.  Sen, benim kadar yara almayacaksın belki, kim bilir? Ben bilirim elbet. Onların yüzündeki hazzı ben bilirim. Mutluluğu, benim hak ettiğim mutluluğu onların yaşamasını ben bilirim. Bu acıları çekmesi gereken onlarken neden ben? Geriye kalan kırıntıları topladım ve yetindim diye mi ben? Kandığım, inandığım için mi benim hatam? Onların hiç mi suçu yok? Hayır, aşka da saygım yok. Onlarınki aşk değil. Onlarınki düpedüz kasıtlı darp, kasten adam yaralama. Kasten başkasının vücuduna acı veren, sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan bir suç. İnsanı sevdiğinden ayırmanın öldürmeye elverişli bir araç olduğu kuşkusuz değil mi? Kendi aşkı için, kendisini veya onu korumak için bile rast gele bıçağını sallayan failin, öldürme kastıyla hareket ettiğini söylemek mümkün olmaz mı? İyi de ben onlara hiç saldırmadım ki. Ben onlara hiç bulaşmadım ki. Sevmek nasıl bir tehdit unsuruydu onlar için. Onlar, sadece kendilerini ve birbirlerini sevenler benim gibi kendini bile sevmekten aciz, tüm hayallerini ve anlamlarını bir başkasına yükleyenleri anlayamazlar. Sen anlayabiliyor musun? 
   Sen de bizim fotoğraflarımıza baktın mı? Biz de mutluymuşuz, değil mi? Evet, eminim sen de fark ettin. Benimle beraberken asla gülen bir fotoğrafı yok. Sanırım onda bıraktı gülüşlerini, bana gelirken. Kahkahalarını, gülerken kıvrılan dudaklarını ona hediye etmiş olmalı. Hatıra olarak... Peki, sen hiç anlamadın mı? Ben hep hissediyordum ama asla sormaya cesaretim olmadı. Birisinin maskesini düşürmeden önce gerçek yüzünü görüp görmemek istediğimi sorgularım. Sanırım gerçek yüzünü görmeye hiç hazır olmadım. Bundandır asla soramadım. Ne büyük aptallık!
   Neyse tamam... Zaman çoktan doldu. 
   Benim acımla kendi acını bir tutma artık. Belki gün olur, yıl sonra aynı gökyüzüne bakar, aynı yıldızlarda birbirimize teşekkür ederiz. Yıldızlar sırdaştır, yıldızlar modern zamanın retro habercileri. Ben balkonumda bir akşamüstü, kötürüm bir ruhla geleceğe bakamazken, sen bir deniz kıyısında bugünü düşünür, kurtuluşunu kutlarsın. Göz kırpar bir parlaklık bana, son düşen gözyaşıma çarpar, ellerime vurur aydınlıklar. Yüzüme sürerim ve belki yeniden yaşamaya tenezzül ederim. Ne dersin? Bana bir gün yeniden umut ettirmeye kast eder misin? 
   Etme!
   Seni içimdeki yüzlerce kadına böldürüp ve hatta öldürtüp unutmaya meyil ettim ama sen etme. Beni bir başıma koyup terk etme. Hiçbir kadın, hiçbir günah, hiçbir sabah yoktur ki seni böyle alsın içine, özüne. Böyle sevmelere, benim gibi istemelere niyet etme. Canın yanar, bak yandı benim çoktan. Ama ne olur, sen gitme. 


Yıldız Ertan - Öylesine

Masa Dergi, 10. Sayı


Yorum Gönder

0 Yorumlar