Son söz
Sınır kasabaları
Dünya üzerinde ilerliyorum; saatler boyunca mesafeler katediyor, yeni coğrafyalara ve burada yaşayan tanımadığım insanların hayatlarına dalıyorum. İlk kez adım attığım bu yerler karşısında heyecanlanıyorum. Ve kendimi şanslı hissediyorum... Vardığım her bir sınır kasabasıyla birlikte, farklı bir dünyanın kapılarının açıldığını biliyorum. Bir ülkenin sınırından, diğerinin sınırına adım atarken, dünyadaki bütün sınır kasabalarının gereksizliği ve anlamsızlığının ayırdına varıyorum. Bir ülkeye vardığınız zaman yollar devam ediyor; ama durduruluyorsunuz ve öte taraftaki toprak parçasının farklı bir ülke olduğu söyleniyor. Oysa adım attığınız toprak parçası aynı dünyaya ait. Ayaklarınız sizi daha ötelere götürmek istese de, gerekli izinleri almadan bu sınırlardan geçemeyeceğiniz söyleniyor. Durdurulmak ve kontrol edilmeye çalışılmak, ilerlemek isteyen gezgin için büyük bir hayal kırıklığı oluyor. İşini gücünü bırakmış, bir süre boyunca hiç bir şey yapmadan ve o hiç bir şeyin içindeki müthiş zenginliğin tadına varma lüksünü kendi çabalarıyla sağlamış ve yirmi birinci yüzyılda teknolojiden kaçarak kendine ait bir dünyaya dalmayı becermiş olsanız bile, karşınıza öyle gerçeklikler çıkıyor ki, barış değil de savaş adına düzenlenmiş ve belirlenmiş toprak parçacıkları üzerinde yaşadığınız hemen hatırlatılıyor. Sınırlar savaşı unutmanıza izin vermiyor ne yazık ki. Belki inanılmayan bir kavram olduğu için barışa da hiç bir zaman ulaşılamıyor.
Dünyanın bu yarım küresinde öteki ülkeye geçtiğinizde, Latin Amerika kıtasındaki ülkelerin -Brezilya dışında- hepsinin aynı dili yani İspanyolca'yı konuştuğunu ve tarihlerinin birbirine benzer olduğunu öğrendiğinizde birbirine zıtlıklar taşıyan ülkeler değil de, bir çok ortak noktaya sahip olduklarını görüyorsunuz. Bir yıl boyunca dolaştığım ülkelerden Ekvator, Peru ve Bolivya'nın uzun yıllar tek bir ülke olarak var oldukları düşünülürse, bu benzerliklerin nedeni daha iyi anlaşılıyor. Öte yandan insanların kılık kıyafetleri, yüzleri, coğrafi bölgeler, gelenekler, alışkanlıklar, hükümetler ve para birimi farklı.
Sınırları geçtikçe, sınır kasabalarının bir ortak özelliğine tanık oluyorum. Kasabaların çoğu alelacele ve özensizce kurulmuş ve sadece sınırları ayırmak için kurulduklarından burada yaşamaya mecbur olan insanların dışında kimsenin yaşamak istemediği yerler. Bu yüzden de, burada yaşamaya mecbur olmadığı için Tanrı'ya şükreden, öteki ülkede işleri olan ya da gezen insanlarda kendilerini bir an önce bu kasabanın dışına atma telaşı göze çarpıyor. Devamlı gelip geçenler olduğu için de süratli bir hareketlilik yaşanıyor buralarda. Bu kasabaların kendilerine ait hiçbir özellikleri yok. Ama bu özelliksizliğin içerisinde, küçücük ve harika detaylar yatıyor.
Ekvator'un güneyindeki Huayaquil'den, Peru'nun kuzeyinde yer alan sınır kasabası Tumbes'e geçerken gördüğüm ufak detaylar benim için bir hayli renkli.
Bir anda kendimi dünyada hiç kimsenin kalmak istemediği iki sınır kasabasının tam ortasında bulmuştum; bir ülkenin sınırından diğerine geçiş yolculuğumda, ismi ve ülkesi olmayan bir kara parçası üzerinde bir moto taksi içerisinde bulmuştum kendimi. O kadar güçlü hissetmiştim ki o anda. Hani şu filmlerde gördüğüm, egzotik ve uzak ülkelere giden gezginler gibiydim. Gerçekten de acaba bir filmin, bir karenin, bir romanın içinde miyim acaba diye sormaktaydım kendi kendime. Ama hayır, hayatımın bana sunduğu hikayelerden bir başkasıydı bu sadece. Ön kısmında motoru süren şöför beni son sürat, Peru'yla Ekvator arasındaki köprüden geçiriyordu. Motorun arkasındaki arabada, küçücük çocuklar gibi ağzım sevinçten bir karış açık kahalar atıyor, hızın ve maceranın tadını tüm benliğimle hissediyordum. Burada belirlenen sınır nehirdi.
Köprünün üzerinde bir moto taksiyle ilerlerken, aşağıda köpürerek akan sulara bakıyordum. O anda tüm geçmişim gözlerimin önünden gerçekten de bir film karesi gibi geçti. İstanbul'dayken böyle bir şeyle karşıla karşılaşacağımı bilmiyordum çünkü. Arkadaşlarım benim tanıdığım dünyanın içerisinde kalırken, hayal gibi gelen bir dünyanın içerisinde olmak beni hayata karşı daha da azdırıyordu İşte bunun gibi karşılaşacağım minik sürprizler sonucu yaşama sevincim artıyordu. Yaşama sevinci diye bir şeyin varlığını keşfediyordum belki de. Bu benim moto taksiye ilk binişimdi . Moto taksiler Peru'daki bazı küçük kasabalardaki pratik ve ucuz taşıma yöntemlerinden biriydi. Perulular için sıradan bir şeydi elbette. Alışkanlıklar her zaman için sıradanlığı getiriyor çünkü ve belki de bu yüzden insan ara sıra bile olsa yaşadığı yerin dışına çıkarak kendine dışardan bakmayı denemeli bence.
Bu küçücük kasabaların bir başka özelliğiyse, son derece çirkin ve kaotik olmaları. Ancak bir günde inşa edilmiş izlenimi uyandıran bu kasabalardaki hayata, ve burada yaşayan insanların hayatına şöyle kısacık bir bakış attığınızda, çaresizlikle çepeçevre sarılmış yaşamların bile müthiş bir doğurganlığa ve yaşam enerjisine sahip, olduğunu görüyorsunuz.
Kimsenin ziyaret etmek, kalmak ve tanımak istemediği bu çirkin kasabaların sokakları da çoğunlukla çamur deryası. Öyle ki bazen bir karış yüksekliğindeki çamur moto taksilere geçit vermiyor. O zaman şöför, durumu doğal karşıladığını anladığımız bir yüz ifadesiyle, tekerleklerinin ilerlemekte güçlük çektiği motosikletini eliyle itekleyerek kurtarmaya çalışıyor bu mini bataklıktan. Hayat her şeye rağmen tüm hızıyla burada akıyor. Yollarda bir yandan kasabanın taksileri olan moto taksiler ard arda ilerliyor, arabalar da onların yanısıra ilerliyor. Bu arabalaların çoğunun yeri de aslında araba mezarlıkları.
Her şeyin ortalıkta ve düzensiz bir şekilde yerleştirildiği pazarlar, yerlerdeki çöpler, etrafa şaşkın şaşkın bakan bir iki turist göze çarpıyor. Küçük sokak restoranlarında et ve sebze karışımı çorbalarını kaşıklayan yağlı, yanık yüzlü erkekler ve kadınlar var. Öte yandan güzel göğüslerini ortada bırakan tişörtleri ve topukları erimesine rağmen, yine de hala topuklu ayakkabı olma özelliğini koruyan ve saçlarını at kuyruğa yapmış kocaman küpeli, bu çirkin manzarayla tam bir tezat oluşturan güzel kadınlar. Bir yandan dilenen çocuklar. Yerdeki çöpler ve her gün buradan gelip geçen binlerce yeni yüz, binlerce hayat, binlerce trajedi, binlerce mutluluk, hayal kırıklıkları, bahtsızlıklar, insanların suratına tokat gibi çarpan yoksulluk... Ve kendi kendisine döngüsünü sürdüren bir yaşam. Senin asla ait olmadığın ve olamayacağın, bu yüzden de şaşkınlık ve merakla baktığın hayatlar. Bir hayatın nasıl böyle geçirilebileceğini ve nasıl boşa harcandığını bu kadar net görmek etkiliyor insanı doğrusu. Burada sokaklar, yüzler, yeni meyveler, çamur, çamur ve çamur var her tarafta. Çamura bulanmış bu insanların arasında, pisliğin ortasında hiç bir şeye aldırmadan mutluluklarını ıslak dudaklarındaki öpücüklere aktaran aşıklara da rastlanıyor.
Kadın gezgin olarak tek başıma seyahat ettiğim süre içerisinde en çok tedirginlik duyduğum kasabalar yine sınır kasabaları. Çünkü o kadar karmaşık ve başıboş ki, insanın başına her an her şey gelebilir duygusu hakim. Bu yüzden de hiç oyalanmadan ayrılıyorum bu kasabalardan... Hızla uzaklara, ülkelerin kanunlarının geçerli olduğu yerlere doğru doludizgin kaçıyorum.
0 Yorumlar