Gözlerin doldu dolacak, orada, bahçede ve şimdi, ıssız oturma odasında.
Orada, bahçede ve şimdi.
Ayhan'ı görüyorsun, annesine sokulmuş, her yudumda biraz daha sokularak, küçük çocukların anne sevinciyle. Uzamış sakallarıyla ikondan fırlamış gibi.
Gün battı batacak. Yukarıda, asıl bahçede, kumrular, Sevim Hanım'ın bıraktığı çanaktan su içiyorlar. Ucu kırık çanak.
Sarmaşık gülleri deli gibi açmış. Frenk asması yaprak yaprak eleniyor. Zehir gibi kokuyor karanfiller. Kediler geçiyor.
Öte apartmanlardan bir adam, üst kat, dürbünle size bakıyor..
Ne istiyorlardı sizden, Ayhan ve Sevim Hanım?!
Sekiz numara Rezzan Hanım yılan gibi tıslıyor: “ şık onlar birbirlerine, âşık! Sabaha kadar ne kavgalar kopuyor, siz bilmiyorsunuz, ne küfürler! Yani Sevim evdeyse tabii. Çıkıp gitmişse, oğlan ağlıyor, uluyor!.."
İşitirdin: kesik hıçkırıklar, gecenin yoğun sessizliğinde, geç saat eve dönmüşsün, asansör kapısını açarken.
Sana iyice yaklaşıyor Rezzan Hanım -"Zekâlan, gradolu"- olanca hainliğiyle gülümseyerek, "... İster inanın ister inanmayın, Sevim vallahi delikanlılarla düşüp kalkıyormuş..."
Yaz gecesi belki de kesik hıçkırıkların tekrarlanmasından korkarak inmiştin bahçeye. Sekiz numaranın irkiltici sözleri, o bayağının bayağısı dedikodular, yayık ağızların söylediği "... biz burada bir aileyiz gibi..."Ier çoktan beri tedirgin ediyordu. Taşındığının yılı dolmadan, ev, apartman çöküvermişti. Yardımım dokunabilir mi diye düşünüyordun.
Ama merakların da olabilirdi; Rezzan Hanım'ın sözlerini büsbütün yabana atmamıştın, Freud filan, yarım yamalak bilgilerinle. Ayhan'ın bilinçaltını deşmeye gidiyordun. Şimdi iğrenç geliyor. Her aşka yöneltilmiş her söz iğrenç geliyor.
Ayhan’ın yüzü kireç gibiydi.
Annen nerede diye sormadın. Annen evde yok mu diye sormadın. Sadece, insanın tek başına ayakta durması gerektiğini söylemiştin, "... bunu öğrenmek zorundayız." Merdivenin ikinci, üçüncü basamağındaydın; yukarıda erik ağacı.
Selim, insan ne tuhaf diye içini çekti, 'sarhoş oluyorum’lardan vazgeçerek, kayıtsızca içti. Halil Vedad'ı yazmış olmam hiçbir şeyi değiştirmemiş; insan karşısındakini anlayamıyor, hiçbir zaman anlayamıyor, asla anlayamıyor. Demek romanlar, öyküler, gece gündüz kitaplar okumak boşunaydı, özümsediklerimiz boşunaydı. Hayatla, gerçeklikle burun buruna gelince, bildiklerimiz, yapıp ettiklerimiz o kadar cılız kalıyordu ki.
"Siz nasıl baş ettiniz?"
"Ayhan, çalışmak lazım. Paylaşmak lazım."
"Bir türlü beceremedim ağbi, öğrenemedim."
Bunları Sevim Hanım'la da konuşuyorlardı herhalde: çalışmak, alkolü kesmek, hayata bir yön vermek... Sonra Sevim Hanım çıkıp gidiyordu, yön verilemeyecek geceler.
Yıllarca anımsamadığı şeyler bu gece bastırdı. Bu gece, bu gece yarısı -Nihayet geçti gece yarısı, sabaha var, ama gece yarısı geçti…- sanki ödeşmek zorunda.
Gümrah, dalga dalga kızıl saçlar gözünün önündeydi, uzun eldivenler, modası geçmiş fantezi. Nereye gidiyordu? O şaşırtıcı kılıkla nereye gidebilirdi? Ayhan'la dönme dolaba binerken -Işıklar, deniz, müzik... - yine pelerinlere mi bürünmüştü?
Lokantada görmüşler, Rumeli Kavağı'nda, küçük,ucuz bir balıkçı meyhanesi, yanında "oğlu yaşında bir çocuk!" Kızıl saçlarını savura savura konuşuyor, şarabını yudumluyormuş. Hesabı Sevim Hanım ödemiş. Oğlan it kopuk takımındanmış...
Ellerini kulaklarına götürdü, sonsuza kadar kapamak, işitmemek istedi; sanki yeniden anlatılıyordu.
"Ağbi, ben olmamak isterdim."
"Günü gelince hepimiz yok olacağız Ayhan.”
"Tam anlatamadım. Ben, olmamış olmak istiyorum.”
Denizin dalgalarını denizden ayrı bir şey sanırmışız, denizmiş dalgalar da. Ayhan’ı dinliyordu, saksıdan taşmış, taşlığa kendini fırlatıp atmak ister gibi, alevle kırmızı karanfillere bakıyordu. Oluş ve yok oluş değildi demek ki. Deniz diyordu Ayhan; denizdi, uçsuz bucaksız ve dalgasız-dalgasız-dalgasız, yekpare, bütün.
0 Yorumlar