Otele girerken hissettiğimin aksine, daha kendimden emin bir tavırla bahçeyi geçip cipe dönüyorum. Bagajdan çantamla küçük valizimizi çıkarırken, "Otelin cipin solunda kalan tarafından gir, dümdüz ilerle. Sana seslenmemi bekle," diyorum. Beni duyduğuna dair bir mırıltı çıkarıyor. Bagajı kapatıp odaya doğru hızlı ama telaşsız adımlarla ilerliyorum.
Odaya geldiğimde kapıyı açıp elimdekileri alelacele bir köşeye bırakıyor ve hemen odanın arka tarafına, çitlerin önüne gidiyorum. "ED?" diye fısıldıyorum. "ED47? Buradayım! Bu tarafa gel!"
Karanlığın içinden bir, "Bana ED deme diyorum! Benim adım Enis!" tıslaması gelince irkiliyorum. Çitin üzerinden benim yardımımı öfkeyle reddederek atlıyor ve açık kapıdan içeri bin yıllık odasıymış gibi giriyor.
Işığı yakmak için kapıyı kapatmamı beklememesine bana bağırması kadar içerliyor, sinirleniyorum. Ona şöyle temiz bir tokat atmak yerine, "Ya bir gören olsaydı?" diyorum soğuk soğuk. Hatalı olduğu ve bunu kabul etmek istemediği zamanlarda yaptığı gibi susuyor. Erkeklere has bu karakter çirkinliğine ses çıkarmamaya karar veriyorum. Ancak kısacık bir an, DNA karıştırıcıların, erkeklerdeki bu tatsız özelliklerden hâlâ kurtulamamalarının büyük beceriksizlik olduğunu düşünüyorum. Kollarımı beline dolayarak ensesine bir öpücük konduruyorum. "İkimiz de çok gerildik," diyorum hangimizi rahatlatmaya çalıştığımı bilmeden. "Şu sınırı bir geçelim, her şey çok güzel olacak."
"Evet," diyor itici, oynak bir sesle. "Özellikle benim için. Özgür olacağım. Nihayet."
"İkimiz de özgür olacağız," diye düzeltiyorum onu, ensesindeki tüylere yavaşça üfleyerek. Sol kulağının arkasını öpüyorum.
"Sen zaten özgürsün," diyor boğuk bir sesle.
Omuzlarından tutup onu kendime çeviriyorum. Gömleğinin düğmelerini açarken yüzünün her yerini öpüyorum. "Lütfen böyle konuşma. Bu haldeyken nasıl özgür olabilirim. Lütfen. Yapma. Seni çok seviyorum," diyorum. Yüzünde alelacayip bir tiksintiyle geri çekilince şaşırıyorum. Duvarda asılı bir en eski annelerimiz posteri göreceğimi bilerek dönüyorum.
"Her yere koymak zorundalar mı bu lanet posterleri!" diyor.
Ahı gitmiş vahı kalmış ahşap çerçeveye uzanırken saymaya başlıyorum. "Nevin Anne, Çilem Anne, Gülfidan Anne..."
"Yeter!" diye kestirip atıyor. "Bilmiyormuşum gibi! Erkeklerin hayatını karartan bütün bu kadınların isimlerini, o meymenetsiz suratlarını ezbere biliyorum ben!"
"Lütfen... Ne olursa olsun, onlar hakkında kötü konuşmana dayanamıyorum," diyorum. "Onlar kız kardeşliğin anneleri. Dişi soykırımının son mağdurları. Onlar olmasaydı nefsi müdaafayı öğrenemez--"
"Hah! Daha neler!" diye isyan ediyor. "Onlar büyük hapishanemizin kurucuları!"
"Sizin hapishaneniz," diye kaçıyor ağzımdan.
"Doğru ya!" diyor. Söylediğime pişman oluyorum. Her seferinde kafamın karışmasına yol açan bu tartışmaya en azından şimdi girmek istemiyorum. Bunun için geç kaldığımın da farkındayım. Posteri alıp çerçevesine bir şey olmamasına dikkat ederek ters çevirip yerde duvara yaslıyorum. Işığı kapatıyorum.
0 Yorumlar