İstasyona geldiğimde saat yediye beş vardı. Lisiy Nos gidiş-dönüş biletimi alıp trene biniyorum.
Vagonda benim dışımda iki kişi daha var; biri dış görünüşünden anlaşıldığı gibi işçi, yorulmuş, kasketini gözlerinin üzerine kaydırmış uyuyor. Öbürü genç bir delikanlı, köylü modasına uygun giyinmiş: ceketinin altında pembe bir kosovorotka* var, kasketinin altından da bir tutam perçem çıkmış. Plastik, parlak yeşil renkte bir filtreye tutturduğu sarma sigarasını içiyor.
Bavulu oturakların arasına koyup oturuyorum. Midem öylesine yanıyor ki, acıdan inlememek için yumruklarımı sıkıyorum.
Platformda iki polis memuru yurttaşın birini karakola götürüyor. Ellerini ensesinde birleştirmiş, başı önde gidiyor.
Tren hareket ediyor. Saatime bakıyorum, yediyi on geçiyor.
Nasıl bir zevkle şu kocakarıyı bataklığın derinliğine göndereceğim, oh! Yanıma bir baston almayı unuttuğuma hayıflanıyorum, kocakarıyı iteklemek gerekecek illa ki.
Pembe kosovorotkalı köylü arsız arsız süzüyor beni. Ona sırtımı dönüp pencereden bakıyorum.
Midemde korkunç kasılmalar hissediyorum; hissettikçe de dişlerimi gıcırdatıyor, yumruklarımı sıkıyor, ayaklarımı kasıyorum.
Lanskaya İstasyonu'nu ve Novaya Derevnya'yı geride bırakıyoruz. İleride Budist tapınağının altın çatısı parıldıyor, daha da ilerisinde deniz görünüyor.
O esnada yerimden fırlıyorum, etrafımda olanı biteni unutup küçük adımlarla tuvalete koşuyorum. Aklımı başımdan alan bir dalga içimde kabarıyor ve bilincim bir görünüp bir kayboluyor...
Tren yavaşlıyor. Lahta'da duruyoruz. Beni tuvaletten çıkarıp, trenden atmasınlar diye sessiz sedasız oturuyorum.
"Hadi, durma yürü, hadi yürü artık!"
Tren hareket etmeye başlıyor, gözlerim zevkten kapanıyor. Ah şu dakikalar nasıl da tatlı, sanırsın ki aşk anları! Tüm gücüm bir yerde toplanmış vaziyette, ama biliyorum ki bunu korkunç bir boşluk hissi takip edecek.
Tren yeniden duruyor. Olgino olmalı. Yine aynı işkence çekilecek!
Bu seferki sahte sancı. Soğuk ter alnımda birikiyor, kalbimi de hafif bir serinlik ferahlatıyor. Kalkıp bir süre kafamı duvara yaslayıp ayakta duruyorum. Tren hareket halinde, vagonun sallanması bile hoş geliyor artık.
Tüm gücümü toplayıp yalpalaya yalpalaya tuvaletten çıkıyorum.
Vagonda kimse kalmamış. İşçi ve pembe kosovorotkalı köylü belli ki Lahta'da ya da Olgino'da inmişler. Ağır ağır pencere kenarındaki yerime gidiyorum.
Birden durup saf saf önüme bakıyorum. Bavulu bıraktığım yerde yeller esiyor. Herhalde yeri şaşırmış olmalıyım. Bir sonrakine koşuyorum. Bavul yok. Bir öne, bir geriye gidiyorum, vagonu baştan sona her iki tarafinı da taramak suretiyle tarıyorum, oturakların altına bakıyorum, ama bavul hiçbir yerde yok.
Bunda anlamayacak ne var? Elbette ben tuvaletteyken bavul çalınmış. Bunu önceden tahmin etmem gerekirdi!
Pörtlemiş gözlerimle oturağa çöküyorum ve her nedense aklıma Sakerdon Mihayloviç'teki emaye tencerenin çatlamasıyla çıkan patırtı geliyor.
"Görüyor musun olup biteni?" diye soruyorum kendi kendime. "Şimdi kim inanır kocakarıyı benim öldürmediğime? Beni hemen yakalarlar ya burada ya da şehirdeki istasyonda, tıpkı o gördüğüm, başını önüne eğmiş yürüyen yurttaşı yakaladıkları gibi."
*Belden bağlamalı, yakası genellikle işlemeli, çoğunlukla Rus köylülerinin giydiği bol gömlek (ç.n.)
0 Yorumlar