Miss Amelia'nın bir zamanlar evlendiğinden söz etmiştik. Bu tuhaf olayı anlatmanın sırası geldi. Bunun uzunca bir zaman önce olup bittiğini, kambur gelinceye dek Miss Amelia'nın bu olguyla, yani sevgi olgusuyla, tek kişisel deneyiminin evliliği olduğunu da unutmayın.
Kasaba o zamanlar da şimdiki gibiydi; yalnız üç yerine iki dükkân vardı; yolun kenarındaki şeftali ağaçları da şimdikinden daha çarpık, daha ufaktı. Miss Amelia on dokuz yaşındaydı o zamanlar. Babası öleli aylar geçmişti. O günlerde kasabada, dokuma tezgâhlarını onaran Marvin Macy adında bir usta vardı. Henry Macy'nin kardeşiydi, oysa onları tanısanız, hısım bile olacakları aklınıza gelmezdi; çünkü Marvin Macy yörenin en yakışıklı erkeğiydi. Bir seksen iki boyunda, gürbüz, külrengi gözleri yumuşak bakışlı, kıvırcık saçlı bir adamdı. Hali vakti yerindeydi; iyi para kazanıyordu; kapağının altında çağlayan resmi olan altından bir saati vardı. Dünyalığını doğrultmuş görünüşüyle, Marvin Macy talihli bir adamdı. Kimseye yüzsuyu dökmek zorunda kalmadan istediğini elde ederdi hep. Ama daha ciddi düşünülecek olursa, Marvin Macy kıskanılacak birisi değildi; kötü ruhluydu. Yöredeki bütün delikanlılardan daha kötü bir ünü vardı. Çocukken bir ustura dövüşünde öldürdüğü adamın kurutulmuş, tuzlanmış kulağını yıllarca yanında taşımıştı. Arka sol cebinde taşıdığı kaçak marihuana ile bunalıma girip gün sayanları ayartırdı. Gel gelelim, bunca ününe karşın, yöredeki birçok kadının da sevgilisiydi. O günlerde de pırıl pırıl saçlı, tatlı bakışlı, diri kalçalı bir sürü alımlı genç kız vardı ortalıkta. Marvin Macy bu cici kızların namusunu iki paralık etti. Derken, yirmi iki yaşına basınca, gidip Miss Amelia'yı seçti sonunda. Bu yapayalnız, sırık gibi, tuhaf bakışlı kızı arzulamıştı. Üstelik parası için değil, sırf sevdiği için istiyordu onu.
Sevgi değiştirdi Marvin Macy'yi. Miss Amelia'yı sevmeden önce böyle bir insanın acaba bir yüreği var mı diye bile düşünülebilirdi. Yine de kötü karakterli olmasının bazı nedenleri vardı; yaşamının ilk zamanlarını çok zor koşullar altında geçirmişti. Pek ana baba denemeyecek bir karıkocanın istenmeyen yedi çocuğundan biriydi. Bu anayla baba bataklığın orada dolaşıp avlanmaktan hoşlanan deli dolu gençlerdi. Kendi çocuklarına baş belası gözüyle bakıyorlardı; hemen hemen her yıl da bir yenisi doğuyordu. Geceleri fabrikadan eve döndüklerinde, sanki onların nereden geldiklerini bilmiyorlarmış gibi bakarlardı çocuklarına. Çocuklar ağlayacak olsalar dayak yerlerdi. Dünyaya geldikten sonra ilk öğrendikleri şey de odanın en karanlık köşesini arayıp ellerinden geldiğince saklanmaya çalışmaktı. Ufacık, beyaz saçlı hayaletler gibi zayıflardı; hiç konuşmazlardı, birbirleriyle bile. Sonunda anayla baba hepsini öylece ortada bırakıp gitti; onlar da kasabalıların insafına kaldılar. Kış sert geçti, fabrika hemen hemen üç ay kapandı, insanlar perişan oldu.
0 Yorumlar