Boşandıktan sonra evden aldığım tek eşya olan kitaplar hâlâ mukavva kutuların içinde. Eve biraz erken gideyim; kitapları çıkartırım kolilerinden, konusuna göre ayırırım falan diye ne kadar kurduysam da gece yarısından önce varamadım. Neyse, son beş yıla bakarsak yine de erken sayılır. Kapıyı açtım, havada kesif bir şeftali kokusu. Hatice Hanım'ın temizlik günüydü bugün; tamam, anlaşıldı. Nerden bulmuşsa, temizliği bitirdikten sonra şeftalili oda spreyini sıkıp gidiyor. Kuru temizlemeciden gelen lacivert takım elbise, naylona sarılmış askısında, salonun kapı koluna tutunmuş, beni bekliyor. En son Ankara Gençlik Parkı'nın nikâh salonunda giymiştim bu elbiseyi, iyi hatırlıyorum. Takım elbise alana bir gömlek bir kravat da hediye veriyorlardı. Ayakkabılara her zamanki gibi çok para veren Figen'le nikâh öncesi iyi de bir kavga etmiştik.
"İyi ayakkabı pahalıdır. Sen köylü olduğun için bilmezsin."
"Doğru, sen Isparta kralı Selami'nin kızısın tabii ki! Annen de Antep düşesiydi değil mi?"
"Tamam, hemen saldır aileme. Çok iyi bilirsin insanları aşağılamayı zaten. En iyi yaptığın iş bu..."
"Senin yaptığın ne? Kötü bir şey mi köylü olmak?"
"Elbette değil... Ama yaptığın şeye bak. Üstelik hiç de pahalı falan değil, iyi ayakkabı istiyorsan vereceksin bu parayı."
"Tamam, kendin kazandığında alırsın o zaman. Benim param yetmiyor bu ayakkabıya."
"Yazıklar olsun... Bir ayakkabı konusunu buraya getirdin ya!"
"Hiçbir yere getirdiğim falan yok. Usandım senin bu hesapsız kitapsız hallerinden. Akşama kadar Allah'ın dağında, günde yüz elli hastanın ağız kokusunu sen çekmiyorsun. Bi tane salak başhekim başımızda. Burnunu uzatsan soruşturma. Yok kravat takmadın, yok törene katılmadın, hadi ver savunmanı! Aldığım üç otuz para. Ben istemez miyim iyi ayakkabı giymeyi, ama sen bilmezsin bunu... Her şeyin bir bedeli var ve bunu ödeyen benim..."
"Tamam... Götürür iade ederim yarın... Bi daha da karışmam hiçbir şeyine..."
Ayakkabılarımı çıkartmadan geçtim mutfağa. Hatice Hanım mutlaka bir şeyler hazırlamış, koymuştur dolaba.
Tahmin ettiğim gibi, tepeleme yaprak sarması tencerede beni bekliyor. Tencere elimde mutfaktan balkona çıktım. Sarmaları teker teker ağzıma atarken, sitenin bahçesinde iyice büyümüş ağaçlara baktım. Enikonu yeşillendi ortalık. İlk geldiğimde cılız fidanları tanker sularıyla ayakta tutmaya çalışıyorlardı, işe yaramış.
"Beş-on yılda burası ormana döner," demişti Karabüklü bahçıvan, iyi tahmin etmiş.
Boşandıktan sonra Istanbul'un ortasındaki evimizden kaçarak taşındığım, bu tuhaf uydu kente geleli beş yıl oldu demek.
Salona geçerken cep telefonum çaldı, baktım Radyocu.
"Partiye uğradım bugün. Başgan'ın selamı var, Bi görüşmek istiyor..."
Adamlar tahminimden de hızlılar. Ciddiler galiba. E, görüşelim o zaman.
"İyi, olur... Ne zaman, nerde buluşacağız peki?" dedim.
"Belgrad ormanlarında. Yarın Pazar. Başgan müsaitmiş. Başgan'ın danışmanı Betül Hanım da olacak. Sabah erkenden oradayız. Yürüyüş yapacağız hep birlikte. Joking yani." -Gülüyor yine-. "Betül Hanım öyle istemiş. Hem sağlık hem siyaset. Yarın sağlıklı siyasete start veriyoruz yani." -
Alışamadım gitti şu adamın esprilerine.
Telefonu kapattım. Bir sigara yaktım önce. İçimde tuhaf bir sıkıntı var ama. Gittim uzanır gibi olurdum kanepeye. Aklıma nedense, Radyocu'nun eliyle yaptığı tünel işareti geldi.
Hakikaten, ne demek istiyor olabilir onu yaparken?
0 Yorumlar