Neydi beni öylesine sarsan, güzelliği mi, çok yumuşak ve sevecen bakışları mı, yoksa baygın kokusu mu? Galiba kokusu çok önemliydi. İlk dans edişimiz sırasında o koku tek başına beni sarhoş etmeye yetmişti. Çok sonra bunun "Femme" denilen bir parfüm olduğunu öğrendim. Ama daha sonra yaşamıma şöyle ya da böyle karışan hiçbir kadında o koku öylesine sarhoş edici bir etki uyandırmadı üzerimde. Bir de çok uçuk pembe bir bluz giymişti, onu da unutmuyorum. O günlerde Alaine Fournier'nin Adsız Köşk'ünü yeni okumuştum. Füsun Hanım'ı o romandaki Büyük Meulnes'ün gizemli sevgilisine benzetmiş olmalıydım. Galiba. hiç beklemediğim bir şekilde, onda da benimkine yakın duygulanımlar oluşmuştu. Öyle tatlı sokuluyor, konuşurken sözcükler dudaklarının arasından öylesine hafif, sevecen tınılarla, okşanan bir kedinin mırıldanmasını andıran yumuşaklıkla dökülüyordu ki, kendime engel olamadım, hemen, onu ne kadar sevdiğimi, onu kime benzettiğimi söyleyiverdim. Korktuğum gibi azarlamadı beni. Yine o içimi titreten tüy dokunuşlu sesiyle, "Ama siz daha çocuksunuz," dedi. "Siz de Julien Sorel'i anımsattınız bana şimdi..."
Böylece, entelektüel anlamda da uyum sağlamış oluyorduk. Bereket versin, ben o günlerde henüz Kırmızı ile Siyah'ı okumamıştım. Hoş, parti süresince bütün davranışları beni hiç de öyle çocuk bulmadığını gösteriyordu. En son, o günlerin moda tangolarından biri olan İlüzyon Tango ile dans ettik. Sonradan bana hep "İlüzyonum "demesi bundandı.
O akşam Halûk evci kalmamı istememişti; sanırım, Hikmet Hanım'la birlikteliklerini uzatmayı hesaplıyordu. Bense, geç vakit okula dönerken, kendimi hiç düşünmediğim kadar mutlu hissediyor, ama aynı zamanda, alabildiğine umutsuz bir ruh hali içinde bulunuyordum. Aşk buydu işte, ancak düşlerde görülebilen, öykülerde anlatılan, masallarda yaşanılan sevda buydu.
Günlerce yemekten, içmekten kesildim. Zayıfladım. Derslere çalışamaz oldum. Geceleri mütalaa saatlerinde deliler gibi, ardı ardına şiirler, akrostişler yazıyordum Füsun Hanım için. Ne yapacağımı, onu nasıl göreceğimi, onunla nasıl konuşabileceğimi bilemiyordum. Olanaksız bir şeydi bu. Hafta içinde kanıtlanabilecek çok önemli bir neden olmadan kimseye izin vermiyorlardı okuldan. Cumartesi günleri ancak öğleden sonra çıkabiliyorduk, o zaman da onun çalıştığı banka kapalı oluyordu. Halûk o sırada doktordan birkaç günlük rapor almış, sanırım Hikmet Hanım'la birlikte Istanbul'a gitmişti, bu yüzden ondan da yardım isteyemezdim. Herhangi gündüzcü bir öğrenciyle bir pusula gönderebilirdim belki, ama onun kızabileceğini düşünerek bundan vazgeçtim. Sonunda büyük bir gözüpeklikle oturdum, upuzun bir mektup yazdım. Sayıklama gibi bir şeydi bu mektup. Onun için yazdığım, neredeyse bir kitap oluşturacak sayıdaki şiirlerini de, bir örnek kaymak kâğıtlara özene bezene kopya ederek mektuba ekledim, cumartesi günü izinli çıktığımda pastaneye verdim. Postanedeki memurun kalın zarfa ve üstündeki kent içi adrese dikkatle baktığını sanmış, büyük bir suç işlemiş gibi çok korkmuştum.
Hafta sonuna doğru, tüm umutlarımı yitirdiğim bir sırada mektubumun yanıtı geldi. Okul yönetiminin öğrencilere gelen mektupları açtığını biliyor olmalıydı ki, annemin bir arkadaşıymış gibi yazmıştı. Memleketten yeni gelmişmiş, annemden bana bir paket getirmiş, cumartesi günü öğleden sonra öğretmen Hikmet Hanımlara uğrarsam, oradan alabilirmişim...
O heyecanı bütün yaşamım boyunca bir daha yaşamadım. İsa'nın mucizeleri karşısında bilinçlerini yitiren ilk Hıristiyanlar bile o korkuyla karışık mutluluğu yaşamamışlardır. İki günü nasıl geçirdim, cumartesi günü öğleye kadar nasıl dayandım, nasıl bekleyebildim, okuldan çıkarken, her zaman birlikte sinemaya gittiğimiz arkadaşlarımı atlatmak için ne yalanlar kıvırdım, o dört katlı apartmanın merdivenlerini nasıl tırmandım, kapıyı nasıl çaldım, bilmiyorum.
Kapıyı Füsun Hanım açtı. Yine o hafif uçuk pembe bluz vardı sırtında. Benim telaş ve heyecanıma karşı o çok sakin görünüyordu. Ben, Istanbul'dan döndüğünü bildiğim Hikmet Hanım'ın da evde olacağını sanıyordum, oysa, arkadaşlarıyla bir toplantısı olduğu için, erkenden çıkmak zorunda kalmış. Yalnızmışız. Bu gökten inme rastlantıdan kuşkulanmak aklımın kenarından bile geçmedi, hatta bunu mucizeyi bir fırsat saymak şöyle dursun, her şeyi üçümüzün birlikte olacağımız varsayımına dayandırmış olduğum için, üstelik korktum bile.
Füsun Hanım, buz kesmiş elimden tutarak oturma odasına götürdü beni. Halûkların konağının salonu çok daha büyüktü, belki çok güzel, çok daha pahalı eşyalarla doldurulmuştu, ama ilk kez böyle, modern döşenmiş bir ev görüyordum. Geniş, aydınlık pencereleri vardı. Her taraf çiçeklerle süslenmişti. Işıklı, tertemiz, rahat ve sıcacık bir salondaydım. Nereye oturacağımı bilemeyerek, beceriksizce bakınıyordum sağıma soluma.
0 Yorumlar