DÜŞEN ŞEYLER
Atlayalım mı, dedi.
Metrodaki sarı çizgiyi geçmeyin anonsları kafamda yankılanıp dururken değil atlamak, onun gittiği kadar uca gidip bakamıyordum bile aşağıya. O ise ben sessiz kaldıkça, cesur olma rolünü daha da abartılı oynuyordu. Ayaklarını yerden hiç kaldırmadan yaklaştı biraz daha kıyıya. Ayakkabılarının kauçuk tabanlarının altında çakıl taşları gıcırdıyordu. Bir şey söylemeden elini uzattı. Parmakları bana gel demeye çalışarak çırpındı. Elimi uzattım. Korkuyordum. Atlamaktan, onun atlamasından, beni itmesinden, kendisi atlarken tutup beni de çekmesinden ya da atlamak hiç aklımda bile yokken aşağıya düşüvermekten. Derin bir nefes aldım. Kan almadan önce hemşirelerin tembihlediği türden bir derin nefes.
Bazı nefeslere bazı zamanlar çok büyük ihtiyaç olur. Restoranın hemen dışındayım. Deli olmalıyım ki gece yarısı kalkıp buraya kadar geldim. İçerisi loş, dışarısı tenha. Yerler buz kesmiş. Ellerimi ceplerimden çıkaramıyorum. Çıkarıp bir sokak lambasının direğine tutunsam, yarın parmak izlerimi orada bulup kimliğimi teşhis edecekler. Yarın gazetelere kendi hakkımda kayıp ilanı vereceğim. Hareket eden kabuğumu bu meftun, bu yarım akıllı hâlime bırakıp bambaşka diyarlara gitmiş olmalıyım, zira o kapının hemen ardında duran ben olamam. Derin bir nefes daha alıyorum.
Nefesime kokusu karışıyor. Çok yakınımda bir yerlerde olduğuna şüphe yok. Birkaç adım daha atınca cam kenarı olmayan bir masada onları görüyorum. Kadın gülümsüyor. Abartısız. Dünyadaki her işin nasıl yapılacağını kolaylıkla tarif edebilecek gibi bakıyor. Garsona somonu pişirirken nasıl kurutmayacaklarını, rokaların en tazelerinin Beşiktaş pazarındaki hangi tezgâhta satıldığını, elma sirkesinin kadehleri nasıl da parlatacağını anlatabilir. Gidip merhaba desem, bana da öyle bir bakar ki hemen oracıkta ölürüm. Çünkü kaybettiğimi anlarım. Oturdukları masanın tam ortasından hayali bir çizgi çekiyorum. Kadın kendi yarısında sakin. Oysa adamın elleri sınırından çıkıp kadına dâhil olmaya çok yakın. Göbek deliği kadına dönük. İçinde bazı yerler kadına ait olmuş. Kadının gülümsemesine dâhil olma ihtiyacındaki sözcükler ağzının içinde telaşlı. Özlemiş gibi bakıyor. Kadına biat eden parçaları uyuşturulmuş gibi huzur içindeler. Bana ihanet eden sağ eliyle sol elinde tuttuğu bir lokma ekmeğin üzerine favadan kondurup kadının ağzına doğru uzatıyor. Teklifsizce. Reddedilme korkusundan uzak. Tuzaklı sorulardan, mesafeli kelimelerden, bekledikçe kurumaya yüz tutmuş heveslerden azade. Kadın ağzını yavaş çekimde aralıyor. Dili bir parça öne uzanıyor.
Bu dil nelerin tadını biliyor? Acılı ezmeleri, rakılı geceleri, terk edilmeleri, ölüp ölüp dirilmeleri, yastığa dökülen iç geçirmeleri, pervasız sevişmeleri, dalından yeni kopmuş çavuş üzümlerini, dişle koparılan tırnak kenarı etlerini, ekmek arası kokoreçleri, boynunun ince çizgilerini, yara izlerini tattı mı? Adamı hayal ettiği bir an dilini kendi dudaklarının üzerinde gezdirdi mi? Beraber kahve içerken yaktı mı ucunu? Öğlen yediği yemeği adama dünyanın en mühim meselesi gibi anlatırken dilinde hissettiği acılı, ekşili tatminler mi? Hangi tahminlerle uzatıyordu şimdi dilini favayla ve her saniye kirlenen havayla dolu o lokmaya. Kapattı ağzını. Her noktası taze bakla zerrelerine temas eden dilinin içeride dönüp durduğunu hissediyordum. Dili döndükçe görüntüler, gecenin sessizliği, kafamın içindeki tüm anılar, senelerce büyüttüğüm tüm dünya tahayyülleri boydan boya paramparça oluyordu. Adam kadının yüzüne, yüzündeki deliklerden tam içine, içinin kendi görüntüsüyle dolmasına hayranlıkla bakıyordu. Bana bir kez daha ihanet eden sağ elinin en hain parmağıyla kadının dudak kenarında kalan bir parça favayı aldı. Peçeteye silmedi. Parmağının masanın ortasına çizdiğim çizgiden yavaş yavaş kendi ağzına doğru hareket ettiğini, hiç kasılmadan dümdüz durduğunu, bir hamlede aralanmış ağzına girip çıktığını ve favanın ağzının içinde yok olduğunu gördüm.
Derin bir nefes aldım. Bir tane daha. Bir tane daha. Hiçbiri içime dolmadı. Bir yerinden delinmiş naylon bir poşet gibiydim.
Atlayalım işte, dedi. Artık yan yana duruyorduk. Başım dönüyordu. Elim avucunda terden sırılsıklamdı. Sen gerçekten korkuyorsun, dedi. Bir an aşağıya baktım. Bir an masaya. Bir an geride kalan manzaralara.
Düşen şeyler aslında bir müddet uçuyorlardı.
0 Yorumlar