"Deli Kadın Hikâyeleri" - Mine Söğüt


Veda Töreni

   Su: Yağmur, kar, dolu şeklinde bulutlardan yağan, bayağı sıcakta sıvı halinde olup tadı, rengi, kokusu olmayan; iki hacim hidrojen ve bir hacim oksijenden oluşmuş bulunan; denizleri, gölleri, ırmakları, pınarları meydana getiren saydam madde.

   Kendini öldürmeden önce küçük bir veda töreni düzenledi. Bir başına, yapayalnız ama gösterişli bir tören. Önce küçük tuvaletteki alaturka helanın taharet musluğunu açtı. Musluktan incecik bir su aktı. Çömeldi; plastik maşrapaya dolan suyu uzun uzun seyretti. Su musluktan akarken arkasındaki duvarın fayans beyazına büründü; taşarken plastik maşrapanın kırmızı rengine bulandı; rengarenk benekleri olan gri taştan süzülüp göç yolunu ezbere bilen kuşlar gibi, beyaz hela taşının üzerine geçmiş, dağlardan çılgın gibi akan, gökyüzünden yeryüzüne tekrar tekrar dökülen muhteşem çağlayanların aksine son derece mütevazı bir hızla aşağı doğru usul usul aktı, aktı, aktı... kara deliğin içinden derinlere düştü, düştü düştü ...
   Beyazı seyrederken çocukluğunu anımsadı; kırmızı gençliğiydi; gri benekler üzerine alacalar orta yaşları; şimdi kapkara bir deliğe doğru akıyor aklı...
   Girdiği kabın şeklini alan su, geçtiği yolların rengini de çalarmış.
   Sonra çömeldiği yerden kalktı. Musluğu kapatmadı. Küçük tuvaletten dışarı çıktı. Kapının hemen sağında kirli taşı çatlaklarla dolu lavabonun üzerindeki eski musluğun vanasını çevirdi. Önce incecik bir su aktı musluktan. İncecik suyun akışını seyretti. Sonra vanayı biraz daha açtı. Bu sefer kontrolsüz bir basınçla darmadağınık fışkırdı su. Küçük lavabonun dışına ... duvara ... yere ... üstüne ... başına ... öylece durdu suyun karşısında. Bir süre suya baktı ... bir süre tavana. Islandı. Çok ıslandı. Üzerindeki yeşil çiçekli elbise bir deri bir kemik bedenine yapıştı.
   Sonra mutfağa gitti. Buzdolabını açtı. İçinde ne varsa tezgahın üzerine çıkardı. Bir mandalina, iki portakal, dört domates, bir salatalık, bir küçük teneke kutu açılmamış salça, naylona sarılmış yarım ekmek, iki limon, bir parça kenarı küflü kaşarpeyniri, üç tane sarı kabuklu bayat yumurta, bir haşlanmış patates ...
   Kulaklarında küçük tuvalette açık bıraktığı musluklardan akan suyun sesi, dolaptan çıkardıklarını uzun uzun seyretti. Öylece, üstü başı sırılsıklam ... ayakta.
   Sonra mutfaktaki muslukların vanalarını açtı. Akan suyun mükemmel ılıklığında ellerini uzun uzun yıkadı. Suyu avuçlarına doldurdu, yüzünü ıslattı. Sonra sağ elinin avucunu havuz yapıp suya tuttu, içine dolan suya eğilip ince ve gergin dudaklarını bir sineğin, uykudaki bir bebeğin taptaze kanını iştahla emişi gibi uzun uzun içti. Musluğa eğildiğinde önüne düşen uzun beyaz, bembeyaz saç örgüsünün ucu ıslandı. Umursamadı. Suyu içerken gözlerini kapattı. Küçücük bir çocukken yaz aylarında köydeki evinin bahçesinde çeşmeden akan suyu düşledi. O çeşmenin metal borudan coşkuyla fışkıran pırıl pırıl suyunu içişini özledi. O an içtiği suyun içindeki klorla başkalaşan suyun eski... çok eski... küçükken bildiği lezzetini özledi. Çok eskiden sevdiği ölü birini özledi.
   Özlem... sadece özlem, insanın gözünü bu kadar karartır mı?
   Sonra doğruldu. Gözlerinde yaşlar uzun uzun mutfak musluğundan akan suyu seyretti. Ağladı. Seyretti. Ağladı. Seyretti. Çok ağladı.
   Sonra rafta ne kadar su bardağı varsa tezgahın üzerine indirdi. Hepsini teker teker musluğun altına tutup doldurdu. Taşana kadar doldurdu.
   Buzdolabından çıkardığı şeyleri teker teker bardakların içine koydu. Mandalina bardağın dibine battı. İçinden bir mandalina kadar su taştı. Portakallar bardağın içine giremedi bile, ağzında durdu, azıcık su taştı. Domatesler bardakları taşırdı, suyun üstünde kaldı; salatalık bardağı taşırdı, suyun üstünde kaldı; salça bardağa tam sığmadı, bardağın üstüne kuş gibi kondu, suyun yarısını taşırdı; ekmeğin sivri kısmı suya battı, yumuşadı, yumuşadı; limonlar bardaklara sığmadı, azıcık su taşırdı; kaşarpeynirinin küfü suyun içine dağıldı; yumurtalar hemen dibe battı, sular taştı; haşlanmış patates suyun dibinde, en dibinde...
   Sonra bardakların içindekileri teker teker çıkardı. Bir bardak su mandalina, iki bardak su portakal, dört bardak su domates, bir bardak su salatalık, bir bardak su salça kutusu, bir bardak su ekmek, iki bardak su limon, üç bardak su yumurta, bir bardak su da patates koktu.
   Demek girdiği kabın şeklini alan su, içine giren şeyin kokusunu çalarmış.
   Belki de biz hata yaptık. İlaçları içtiği sulara karıştırıp gizlice vermeyecektik. Bize değil suya düşman olacağını bilemedik. Her yudumda çığlıklar atıyordu; bu su cinayet kokuyor, diye avaz avaz bağırıyordu. Ölüm değil, hastalık değil... neden cinayet? Oysa henüz kimse kimseyi öldürmemişti; ya da öldürmüştü de biz bilmiyorduk.
   Deliliğin cazibesi ne kadar tehlikelidir bilemezsiniz ...
   Bir gün kahvaltı masasında bize, bu evdeki su deli, dedi. Ne demek istediğini anlamadık. Hastalığına verdik. Aynı gün büyük torununa tuhaf bir masal anlatmış. Deliren suya aşık olan kızın masalı. Su o kadar deliymiş ki ona aşık olan kızı fark edememiş. Devamlı akmış, durması gereken yerde durmamış, duyması gereken sözleri duymamış, kendine renk, koku, tat seçmemiş, aktığı yerlerin rengini, kokusunu, tadını çalmış. Bir hızlı akmış, bir yavaş, bir çağıldamış, bir damlamış. Kız, deli su kendisini fark etsin diye her şeyi yapmış. Ama su onu ne görmüş, ne sevmiş. Sonunda deli, suyun dikkatini çekmek, yolunu kesmek için, küveti taşana kadar doldurmuş. İçine girmiş. Bileklerini kesmiş. Su kendisine aşık kızı o an fark etmiş. Rengi kırmızı, kokusu kan, tadı kan ... Gökten üç elma ... rengi yine kan, yine kan yine kan ...
   Anne, dedik, küçücük kıza hiç böyle masal anlatılır mı? Kızdı bize ... Gerçekleri ondan daha ne kadar saklayabileceğinizi zannediyorsunuz!
   Onu kanıyla kıpkırmızı kesilmiş suyla dolu küvetin içinde bulduğumuzda hiçbirimiz şaşırmadık. Sadece üzüldük, çok üzüldük. Deli suya aşık kızın o olduğunu nasıl fark edemedik? Evde akan bütün muslukları kapattık. Bardakları boşalttık. Her yeri sildik, temizledik. Babamızla çekilmiş düğün resmini çerçevesinden çıkarıp attık. Yerine sandığında sakladığı o sapsarı silik fotoğrafı koyduk. Sonra torununa gerçeği anlattık.
   Anneannesinin sevdiği erkekle evlenemediğini, dedelerinin anneannelerini kaçırıp zorla aldığını, o erkeğin, boynu bıçakla kesilmiş cesedinin çeşme kenarında bulunduğunu... deli suya aşık annemizin babamızı hiç sevmediğini ... sonunda deli suya karıştığını ... anlattık.
   Demek, su başına gelenleri hiç unutmazmış. Bir masal olup yeniden yeniden anlatır, intikam alırmış ... hiçbirimiz bilemedik.

Mine Söğüt - Deli Kadın Hikâyeleri

Yapı Kredi Yayınları, s.117-120


Yorum Gönder

0 Yorumlar