"Bilinmeyen Sular" - Mevsim Yenice


“Benim için daha iyi olacak,” diyor. Neden bahsettiğinden haberi yok, adım gibi eminim bundan. Yine de kafamı sallayarak destek oluyorum. Dostlar böyle yapar çünkü.
   “Sen de gelirsin hem kafan attıkça,” diye devam ediyor. “Sen bir git de,” diyorum, “beni sonra düşünürüz.” 
   Sarman bir kedi tek hamlede banka, aramızdaki boşluğa zıplıyor. Ön ayaklarını gerdirerek mırıldanmaya başlıyor. Onun bu uykulu, uslu halini görünce esniyorum. Esnemek de bulaşıcı, gitmek gibi. Ya da gidememek. Kedinin kafasını başparmağıyla usulca okşarken, “Niye ya! Gelirsin işte, neden öyle diyorsun,” diye üsteliyor.
   Kırmıyorum. “Gelirim,” diyorum.
   O geleceğim yer neresi ve biz sabahın köründe yine neden bu parkta ciddi kararlar almaya çalışıyoruz, diye aklımdan geçse de sormuyorum.
   “Ben, sen gelene kadar oraları öğrenirim zaten,” diyor.
   “Tabii ki,” diyorum, “hatta birkaç güzel park da bulursun böyle oturup konuşabileceğimiz.”
   “Düzenimi iyice oturtursam artık dönmem de.”
   Rüzgâr bir nefes daha üfleyip geçiyor aramızdan. Üşüyen kollarımı sıvazlıyorum kendime sarılır gibi. Sağ tarafı havada kalmış tahterevalliyi izliyorum. İki kişiye ihtiyacı var dengelenmek için. Biri giderse bir tarafı kuma gömülür, öteki tarafıysa havada sonsuza dek asılı kalır.
   Uzaklardan havalı korna sesi yaklaşıyor. Kafamı çevirip bakıyorum. Eski bir kamyonetin kasadaki süt şişelerini çalkalayarak, arkamızdaki caddeden geçip gidişini izliyoruz. Uzaklaştıkça dönüşüyor. Önce kamyonetten herhangi bir beyaz arabaya. Sonra sadece beyaz bir cisme. En sonunda boşluğa. Bakışlarımı caddeden koparıp oturduğumuzdan beri ilk defa yüzüne bakıyorum. Gözü kamyonetten kalan boşlukta. Hafif canlı bir tavırla, “E iyi madem,” diyorum, “mutlu musun? Bak gitmeyi de kafana koymuşsun.”
   Karşıdaki apartmanın ikinci katında, pencereden beline kadar sarkarak sigara içen ve geldiğimizden bu yana bizi dikizleyen kadına sorsak yüzündeki değişimin belli belirsiz bir gülümseyiş olduğunu iddia edebilir. Ben öyle olmadığını biliyorum.
   “E daha iyiyim tabii, bir rahatlama geldi üstüme,” diyor.
   Yavaşça kalkıp salıncaklara ilerliyorum. Ayaklarımın altındaki ıslak kumlar gıcırdıyor. Hareketsizliğe daha fazla tahammülüm yok. Salıncaklardan birine bedenimi zar zor yerleştirip paslanmış soğuk zincirleri sımsıkı kavrıyorum. İlk hamleyle sallanmaya başlıyorum. Hızlı. Hızlı. Daha hızlı. Zincirlerden çıkan gıcırtılar bir ritim tutturup parkın sessizliğini bastırıyor. Birkaç ev canlanıyor. Kafamı göğe kaldırıyorum. Bulutlar. Köşe kapmaca oynayarak tepemden akıyorlar. Köşedeki bakkal birazdan kepenklerini açacak. Durakta bekleyen insan sayısı çok geçmeden artacak. Çöp kamyonları yine vakitsizce trafiğe çıkıp çöp bidonlarının yere çarparak çıkardıkları çınlamayla ara sokaklardaki sessizliği bozacak. Hayat akacak yani. Durmayacak.
   Az sonra o da gelip yanımdaki salıncağa kuruluyor ve sallanmaya, ivmelenmeye başlıyor.
   “Gitmeden daha görüşürüz mutlaka,” diyor.
   Sigara içen kadın camı gürültüyle kapatıp içeri giriyor. Kedi uykusundan irkilerek uyanıyor. Banktan aşağıya atlıyor, biraz yürüyor aheste sonra uzaklaşmaktan vazgeçip çimlere uzanıyor.
   “Tabii ki,” diyorum salıncak en tepeden aşağıya inerken.
   Hiçbir yere gidemeyecek, biliyorum. Kendimden. Yıllardır bu ıssız saatte, coşkusu sönmüş parkta oturup aynı şeyleri konuşmamızdan. Ve hâlâ işte burada, salıncakta bir ileri bir geri sallanmaktan öteye gidemediğimizden. Biliyorum. O da biliyor. Susup gidecekmiş gibi yapmaya, sallanmaya devam ediyoruz.


Mevsim Yenice - Bilinmeyen Sular

Can Yayınları, s.40-41


Yorum Gönder

0 Yorumlar