"İstanbul Büyüsü" - Demir Özlü


Yaz gelecek. Güneşli bir gün. Sıcaklar bastıracak. Şimdi, inceden inceye, serin bir hava var. Sokağın binbir kokusu: kış boyunca ıslanmış duvarlara güneşin vurmasından yayılan rutubet kokusu, caddede, kapılarını ardına değin açmış birahanelerden yayılan talaş, bira ve kapalı hava kokusu. Bir yaz daha gelecek işte. Yaklaşıyor yaz. 
   Bomboş bir öğle vakti. İşe gitmese de olur. Kardeşine uğrayabilir. Beyoğlu'nda, İstiklâl Caddesi'nde, yeni yapılmış yüksek bir yapının ikinci katında, geniş bir işyerinde çalışıyor o. Yapının çevresinde bir açıklık var. Yapı, bütün arsa üzerine kurulmamış, arsanın bir bölümüne oturtulmuş. Bu yüzden, gündüzleri, üç yanından güneş ışığı alabiliyor. Karşıdaki apartmanlar, onun yüksekliğine erişemiyorlar. Beyoğlu'nun eski apartmanları... Gri renkli Rum, İtalyan tarzı yüzyıllık yapılar. O yapıları tanıyor. Birçoğunun, geriye doğru uzayan şaşılası bir derinliği var. Arka yanları yokuşa doğru sarkmış. Eski bahçeler var, orada. Yapılar bahçelerin üzerine uzanıyor. Aralarında dar sokaklar —Beyoğlu'nun daracık yokuşları— aşağılara doğru iniyorlar. Eski Ceneviz sokakları onlar. Yapıların arka pencerelerinden küçük, işlemeli demir parmaklıklı balkonlardan deniz; bahçelerin üzerinden Boğaz'ın bir bölümü ile Marmara Denizi görünüyor.           Kardeşinin çalışma yerine vardığında öğleden biraz önceydi. Orada, geniş masalarda çalışan, düzenli genç kadınlar. 
   "Otursana." 
   İki masa arasında tahtadan bir koltuğa oturdu. Çantasında  piposu var. Tütün içebilir. 
   "Yemeğe çıkarız, değil mi?" diye soruyor. 
   "Tabii. Hemen istediğin zaman." 
   "Biraz sonra çıkarız." 
   "Ben de geleceğim," dedi karşı masada oturan kız. Kumral, orta boyluydu. Otuz yaşını biraz aşkın. Onu da tanıyordu yıllardır. İstanbul'dan, Beyoğlu'ndan. Eski öğrenci festivalleri, sonra piknikler... Adalarda geçen gölgeli, güneşli, rüzgarlı günler. Gemide ansıyor onu. Artta, güvertede. Sonraları Ankara'da rastladı. Pek bir şey konuşamıyorlardı, ama bir tanıdıktı işte. Bense kırk yaşını aşıyorum. 
   "Ama Anjeliki gelmesin," dedi kız. 
   "O görmeden çıkarız," dedi kardeşi. Masanın üzerindeki kâğıtları ivecenlikle düzeltiyordu. İnce, uzun bir yüzü vardı. Saçları düz. Çok da uzun değildiler. 
   "Biliyor musun, sabahleyin müdürle bir şeyler konuşuyordu. Besbelli beni şikâyet ediyor," dedi kız. 
   "Ah, biliyorum. Her işe karışıyor. Hiçbir şeyi beğenmiyor." 
   "Makyajımıza bile." 
   "Geçen gün, çeviriler için, 'Bunlar benim işim' dedi. 'Artık benim işime de el atıyorsunuz.' Oysa, değil onun işi. Almanca ne kadar biliyor sanki?"
   "Aman, ne çekilmez kadın," dedi kız. "Elli yaşına gelmiş, genç kız gibi davranıyor." 
   "İşi büyütmeyin," dedi. "Kimbilir ne dertleri var. Bilebilir misiniz?" 
   Kız başını öne eğdi. Ardından, 
   "Biraz sonra çıkarız," dedi. "Şu yazıyı da bitirivereyim." 
   Yirmi yıl kadar önce gördüğü Anjeliki'yi düşündü. Kumral saçları vardı, beline madeni bir kemer takmıştı. Balıkpazarı'ndaki kiliseden çıkıyordu. Mumların yandığı loş kilise; cemaatin güzel kızlarından biri: Anjeliki. Madeni tasvirler, ikonlar, kara kutuların üzerine konulmuş, ucuza satılan mumlar. O dönemde varolan kalabalık bir Hıristiyan topluluğu doldurmuştu caddeyi, koyu renkli giysilerini giymişlerdi, kadınların yakalarında, yapma beyaz çiçekler vardı. Anjeliki, Tokatlıyan'ın camlarının önünden geçiyor. Stadt Hamburg Lokantası'nda —sokak arasında küçük, sevimli bir yerdi— akşam yemeklerinde rastladığı Anjeliki. Eski kiliselerde yakılan tütsülerin kokusu daha hafif şimdi.

Demir Özlü - İstanbul Büyüsü

Can Yayınları, s.33-36


Yorum Gönder

0 Yorumlar