Dedi ki Servet Hanım günün birinde: "Küstümotunun dikenlerine dokunmadan, hatta farkına bile varmadan küçük, parlak sarı çiçeğe ulaşmak! İlk kez mi oluyor, yoksa tüketilmiş bir mevsimde, daha önceleri yaşadım mı? Canı yanmadan kendine ulaşmak, çiçek için bile ne denli zor. Yaşamın beklenmedik armağanı olmalı. İyi ki varım, yaşıyorum bu dünyada, iyi ki varsınız."
Akşamüzeri, bahçeli evlerin arasında, kasabanın dar sokaklarında kendimi arıyorken, hüznümü bir ilkyaz coşkusuna buladım ve küstümçiçeğini düşündüm. Ansızın farkına vardım: avucumda Servet Hanım'ın ince parmakları.
Yazanlar bilir, okuyanlar da öğrensin; bazı romanlar, öykünün çoğaltılmış, doyuma ulaştırılmış halidir aslında. Ben de öyküde tersini yaptım. (Çünkü, yazarak kendimle oynuyorum.) 'Yasak Odası'nın Servet Hanım'ını aldım, onu anlatıyorum. Anladığım romanda, tükenişini gözleyen bir adam vardı. Onu da kendimle özdeşleştirdim işte burada. Servet Hanım romana kendiliğinden girmişti; bu kez ben tasarladım. Öyküye çağırdım. Kırmayıp geldi, aramıza katıldı. Küstümçiçeği olduğunu unuttu, bana yol verdi. (Sellere kapılıp aktık.)
Yazdığım adam biraz da ben değil miydim? Her yazar, ürünlerinin çoğunda kendi türevlerini, benzerlerini yaratmaz mı? Öyleyse, tasarlanarak yeni romanımdan alınmış bu öyküyü Servet Hanım için yazıyorum. Gördüm onu. Acıyı ve hüznü takınıyordu. O da beni çabuk bildi.
Artık farkındayım: Servet Hanım'ın uzaklarda bir oğlu, yatalak bir kocası var. Gerçekten ona ulaştım (mı?) Hele hele bozgunlar. 'İtiraf ediyorum', hepsini çekineden ben yazdım. Sonra ellerini avucuma aldım, yakasına bir küstümçiçeği dalı tutuşturdum, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım Bahardı. Karlı dağın biri gövdesiyle birlikte eriyip ayaklarımıza aktı. Üstümüzde dönüyordu akşam kuşları.
Servet Hanım dalgın ve yorgun bir sesle oğlunu anlattı: Oda dolusu kullanılmış eşya, bir de pencere bırakıp gitmişti. (Romanda, oğlanın askerden dönmek üzere olduğuna değinmiştim. Aslı şu: Çocuk, İngiltere'de okuyor. Yirmi iki yaşında bir özlem. Fotoğrafta Servet Hanım'ın ışıltısıyla bakıyor.) Öyküdeki çiçek-kadın içini çekip mırıldandı:
"Günbatımı. En sevdiğim yerdeyim. Oğlumun odası. Solumaktan bile çekiniyorum. Hiçbir şey eksilmesin, bozulmasın. Tatile geldiğinde burada yatar . Sonra kokusunu, gülüşünü, sesini, duruşunu bırakıp gider. Karşıdaki dağın doruğunda renkler her akşamüstü koyulaşırken özlemini çoğaltırım. Oğlum benim... Ayrılığın kabuk bağladığı, acıya dönüştüğü bir kırgınlık anı. Çevremde canlı izler arıyorum. Kaç kez, onunla birlikte şu pencereden dağı ve gün batımını seyrettik... Bir koku, bir renk neler çağrıştırıyor. Özlemi yoğunlaştırıyor. Sevgiyi de."
Burukça gülümsedim:
"Ben her şeyi eskitmiştim Servet Hanım. Özlemimi bile. En uzun yolculuğuma başlayacakken size rastladım. Şimdi yapraklarınıza dokunmaktan korkuyorum. Yeterince yitirdim çünkü. Küstümçiçeği bu, hiç belli olmaz. Bulmacada ve sözlükte neler okudum, irkildim. Size rastlamam sessiz, gürültüsüz, apansız gövdemi toprağa kaydıracaktım. Söyleyin bana şimdi ne yapayım? Aslında anladım, insan hiç tükenmiyor. Bu dünyadan geçip gitse de mutlaka bir ses ya da iz kalıyor."
Servet Hanım'ın gözleri ıslandı ve bir kez daha farkına vardım: Küstümçiçeği dikenlerini çekip ışığa yol veriyordu. Tutup ellerini, sonra eğilip gözlerini öptüm. Servet Hanım'ın sevinci ve özlemi olmak istiyordum.
Bu öyküyü son kez yaşadım. (Bir daha olanaksız.) Kendimi de buldum böylece, nicedir yitirmiştim. Adım Burhan, soyadım Günel. Şimdi yeniden başlıyorum. Servet Hanım günbatımında penceresindeyken ve oğlunu özlerken rüzgar olup saçlarına tutundum. İnanılır gibi değil. Ne zamandır suskunum. Acıyı, tükenişi, yenilgiyi, ölümü erteledim. Yasakladım bozgunu. Tüm kırık dökük anıyı bir 'güz odasına' kilitledim. Ömrüme dolandı Servet Hanım.
0 Yorumlar