Ve işte özgürlük, uzamın egemenliği, eylem, devinim, düzen ve düzensizlik yaratma olanağı. Bu sırada evren açılır, yıldızlar giderek uzaklaşırlar, bilardo topları gibi kenarlara doğru koşarlar. Bütün bunları yapan biri var mıydı, yoksa her şey bir çığın gücüyle kendiliğinden mi oldu?
Şöyle deniyor: Maddenin kendi yasaları vardı, o ısıda, o koşullarda, evren bundan başkasını oluşturamazdı. Evren ve içinde asılı duran çiçekli bahçesi dünyayla minicik galaksisi. Bizim gezegenimizi ötekilerden farklı kılmak için yüz kadar bitki ve hayvan türü yeter de artardı bile. Oysa her farklı yaşam biçiminden onlarca ve onlarca milyar var ve hiçbir insan, bir yaşamı süresince bunların hepsini öğrenemez. Bu bir savurganlık mı, vasıllık mı? Maddenin yasaları varsa, bu yasaları kim yaptı? Düzeni kim var etti? Hiç kimse mi? Bir ışık tanrısı mı? Yoksa bir gölge tanrısı mı? Hangi ruh kimi besliyor, bir şeyi tasarımlıyor ve sonra onun yok oluşunu tasarımlıyor? Ve sonra... Bunun ne önemi olabilir ki? Biz, iki ilke arasında sürekli sıkışık biçimde duruyoruz. Kaçamak bir düzen biçimi bu, hücreler bedenimize, yüzümüze yapışıyorlar. Yüzümüzün bir adı var, adın da bir yazgısı. Yolun sonu herkes için aynı, düzen seyreliyor, düzensizliğe dönüşüyor. Kendi düzenleriyle yola çıkan enzimler, sonunda kendilerini kabul edecek hiç kimseyi bulamıyorlar. Onlar artık hiçbir yerde varolmayan bir ordunun ulakları. Çevrede, ölümün şaşkınlığını yaşayan sessizlik var.
Düzen, düzensizlik, yaşam, ölüm, ışık, gölge. Varlığımın bilincine vardığım andan başlayarak bunu düşünmekten başka bir şey gelmemişti elimden, hiç kimsenin yanıtlayamayacağı sorulara yoruyordum kafamı. Belki de bilgelik budur, hiç soru sormamak. Ben bilge değilim, hiçbir zaman da olmadım. Benim elementim quartz değil, cıva. Yerinde duramayan, hareketli, ateşli bir madde. Yazgısı, her zaman düzensizlik içerisinde sürekli devinmek olan canlı gümüş.
Düzen de vardı, düzensizlik de. Bu iki durum arasında ve belirsizlik içinde asılı, günlük yaşam vardı. Bir tarafı seçmek gerekiyordu, ama hangisini? Kımıldamadan durmak en iyi çözüm olabilirdi. Yerinde duran yanlış yapmaz. Ama yerinde duran ölmüş de sayılır. O zaman kımıldamalı: Nereye? Nasıl? Doğru yön hangisiydi? Her devinimin arkasında ilk anın kararsızlığı vardı: Neden doğmuştu her şey? Kaynağı bilmeden şu ya da bu taraf hakkında karar vermek olanaksızdı. Devinim mi dinginlik mi?
Başlangıç, boşluktu. Sonra boşluk büzülmüş, bir toplu iğnenin başından daha da küçülmüştü. Bu onun istediği miydi, yoksa bir şey onu buna zorlamış mıydı? Bilmiyorum, isyan etmişti işte. Aşırı baskı altında kalan sonunda patlar. Öfkeyle, kızgınlıkla, çevresinde olan her şeyi parçalayıp yutmak arzusuyla patlar. Boşluktan dayanılmaz bir ışıltı doğdu ve uzaya yayıldı. Artık yukarıda karanlık yoktu, ışık vardı ve geri kalan her şey ışıktan türedi. Dışı çabucak soğudu ve içi ateş kaldı. İşte madde, bu yetebilirdi, ama gene de yetmiyor, aminoasit molekülleri değişiyorlar, dönüşüyorlar ve işte yaşam doğuyor. Hiç de karmaşık değil. Tek hücreli mikroskobik varlıkların solumak için bir bakteriye gereksinimleri var. İşte oradan, o ilk su birikintilerinden bir düzen ve düzensizlik devinimiyle, geri kalan her şey doğdu. Derin okyanusların büyük balinagilleri ve kelebekler, kelebekler ve onların kurtçuklarını konuk eden çiçekler. Ve dört ayak üstünde yürümektense iki ayak üzerinde yürüyen insan. Dörtten ikiye, her şey değişir, gökyüzü daha yakındır, eller serbesttir.
0 Yorumlar