Irmağın En Mavi Yeri
En basit yiyeceklerin bile tehlikeler, tuzaklar, hileler içerdiği bir dönemdi. Gazetelerin çarşılarda, pazarlarda ele geçirilen tüyler ürpertici şeylerden söz etmedikleri gün olmuyordu; peynirler plastikten, tereyağı stearinli mumlardan yapılıyordu, meyvelerde sebzelerde böcek öldürücülerden kalan arsenik yüzdesi vitaminlerin yüzdesinden daha yüksekti, tavukları yağlandırmak için verilen kimi haplar, tavuğun bir budunu yiyenleri tavuğa dönüştürecek nitelikteydi. Taze balıklar geçen yıl İzlanda'da avlanmış, dün tutuldukları izlenimini uyandırmak için gözleriyle oynanmıştı. Kimi süt şişelerinden ölü mü diri mi oldukları bilinmeyen fareler çıkmıştı, zeytinyağı şişelerinden ise altın renkli zeytin özü yerine, bu amaçla damıtılmış, yaşlı katır yağı akıyordu.
İşyerinde, kahvede Marcovaldo bunların anlatıldığına tanık oluyor, her seferinde midesinde sanki bir katır çiftesi ya da yemek borusunda bir farenin koşmasını duyumsuyordu. Evde karısı Domitilla alışverişten döndüğünde, eskiden kerevizlerle, patlıcanlarla, bakkalın, mezecinin gözenekli, kalın kağıtlarına sarılı paketlerle kendisini sevince boğan file, şimdi evin duvarları arasına düşmanlar girmiş gibi kaygı uyandırıyordu.
"Bütün çabamı, aileme vurguncuların hain ellerinin değmemiş olduğu besinler bulmaya yöneltmeliyim," diye söz verdi kendisine. Sabahları işe giderken oltaları, lastik çizmeleriyle ırmak boyuna inen insanlara rastladığı olurdu. "Çözüm yolu buldum," dedi Marcovaldo. Ama kentin lağımlarının, çöp artıklarının döküldüğü ırmağa derin bir tiksinti duyuyordu. Kendş kendine: "Suyun gerçekten balık olduğu yeri aramalı, orada avlanmalı," dedi.
Günler uzamaya başlamıştı. İş çıkışında, Marcovaldo motorlu bisikletiyle, ırmağın kentten önceki bölümünü, ırmağa katılan küçük kolları inceliyordu. Özellikle, suyun asfalta daha uzaktan geçtiği yerler ilgisini çekiyordu. Söğütler arasındaki keçiyollarında, gidebildiği kadar motorlu bisikletiyle gidiyor, sonra -motorlu bisikleti bir çalılığa bırakıp- su kenarına varıncaya kadar yürüyerek devam ediyordu. Bir keresinde yolunu şaşırdı. Çalılık, sarp yamaçlarda dolanıp duruyor, ne bir keçiyolu bulabiliyordu, ne de artık ırmağın hangi tarafta olduğunu biliyordu; bir ara, bir iki dalı itince birkaç kol boyu aşağıda sessiz, dağ gölü izlenimi uyandıran mavilikte suyu gördü, ırmağın bir girintisiydi, dingin küçük bir havuz gibiydi.
Heyecanı aşağıyı, akıntının ufak dalgalanmalarının arasını incelemesini engellemedi. Sabrı ödüllendirilmişti! Akıntının en güçlü olduğu yerde bir yüzgecin kendine özgü kıpırdayışını, devinimini gördü, sonra bir tane daha,bir tane daha, gözlerine inanmıyor, mutluluktan uçuyordu; burası bütün ırmağın balıklarının biriktiği yerdi, balıkçılar cennetiydi, kendisi dışında belki daha bilen yoktu. Dönüşte (hava kararmaya başlamıştı), bir dahaki sefere yolu bulabilmek için ağaçların kabuklarına işaretler kazıdı, bazı yerlere taşlar yığdı.
Artık iş gerekli malzemeyi edinmesine kalmıştı. Aslında buna başlamıştı bile; apartmandaki komşularla işyerinde çalışanlar arasında, ona yakın amatör balık avcısı belirlemişti. Yalnız kendisinin bildiği sazan dolu bu yer konusunda, durum kesinlik kazanır kazanmaz bilgi vermeyi vaat eden kırık dökük sözcüklerle, anıştırmalarla, biraz birinden, biraz başkasından ödünç aldıklarıyla eşi görülmemiş bir balıkçı donanımı sağladı.
Artık hiçbir eksiği yoktu: Kamış, misina, iğne, yem, ağ, çizme, torba hazırdı, güzel bir sabah, işe gitmeden önce iki saat -altıdan sekize- yeterdi ırmaktaki sazanlara... Tutamaz mıydı? Tutardı: Oltayı atmak, tutmaya yetiyordu: Hiçbir şeyden kuşkulanmayan sazanlar takılıveriyorlardı. Oltayla tutmanın böyle kolay olduğunu görünce ağla denedi: Sazanlar hazırdılar, baş aşağı ağa koştular.
Dönme zamanı geldiğinde sepeti dolmuştu bile. Irmaktan yukarı tırmanarak bir yol araladı.
"Baksanıza bana!" Kıyının kıvrıldığı yerde, kavaklar arasında dikilmiş, başında bekçi şapkası bir adam ters ters bakıyordu.
"Ben mi? Ne var?" dedi, sazanlara yönelik belirsiz bir tehlike sezerek.
"Nereden buldunuz bunları, bu balıkları?" dedi bekçi.
"Niye? Ne olmuş?" Marcovaldu'nun yüreği ağzına gelmişti.
"Aşağıda avladıysanız hemen suya atın, yukarıdaki fabrikayı görmediniz mi?" Eliyle gösterdiği uzun, alçak yapı, ırmağın kıvrımını dönünce, havaya duman, ırmağa da koyu maviyle mor arası inanılmaz bir renkte yoğun bir bulut salarak çıkıyordu ortaya. "Suyun rengini görmüşsünüzdür hiç değilse! Boya fabrikası; bu mavi ırmağı da zehirliyor, balıkları da. Hemen atın balıkları, yoksa elinizden alacağım!"
Marcovaldo şimdi, sanki sadece kokuları bile zehirlemeye yeterliymiş gibi, balıkları hemen atmak, onlardan kurtulmak istiyordu. Ama bekçinin önünde yediremiyordu kendine. "Ya daha daha yukarıda tutmuş olsaydım?"
"O zaman durum değişirdi. Hem balıklara el koyar, hem de ceza keserdim. Fabrikanın gerisinde balık avlama yasağı var. Tabelayı görmediniz mi?"
"Aslında," dedi Marcovaldo aceleyle, "oltayı laf olsun diye, arkadaşları kandırmak için alıyorum yanıma, balıkları şu köyün balıkçısından aldım."
"O zaman bir şey diyemem. Yalnız kente götürebilmek için giriş vergisi ödeyeceksiniz. Burası il sınırları dışında kalıyor."
Marcovaldo sepeti açmış, içindekileri ırmağa dökmeye başlamıştı bile. Sazanlardan biri anlaşılan hala canlıydı, çünkü büyük bir sevinçle süzülüp gitti.
0 Yorumlar