Hapishanenin diğer tarafında ölçeklendirilmiş yaşamların sürdüğünü biliyordum, kendimi o yaşamdan çekip çıkarma gücünü bulduğumda, yalnızca o gücü bulmak için, tüm varoluşun bileşenlerini o güce yöneltmem gerektiğini biliyordum. Kopma anına dek sürecek olan bir gücün toparlanması ve zamanı geldiğinde artık elimden kayıp gitmekte olan dizginleri bırakmam gerekiyordu çünkü güç toparlayan kişi artık korkunun sınırlarına varmıştır, ağırlığı artmış, devinimleri yavaşlamış ve korunaklı bir yeri olmadığı durumlarda -ki çoğunlukla böyledir- kolay hedef haline gelmiştir. Evet, o dizginler bir an önce bırakılmalıdır çünkü düşünmek korku vermeye başlar, düşünüyor oluşunun fark edilmesi, kişinin ölümünün başlangıcıdır. Dizginler bırakıldığında ortaya çıkan hafiflik onun başıboş bir eylemler zincirine sürüklenmesine neden olur. Sürgüne gitme fikri vardı kafamda. İyileşme umudu olmayan, hiçbir umudun kalmadığı, yaşam boyu süren ve yaşamı çekip alan bir hastalık. Bu düşüncelerle salıverildikten bir hafta sonra, olanı biteni konuşmak için avukatımın ofisine gittim. Gerçekten bu işin bitip bitmediğini sordum ona. O da bitti, dedi. Ofisinden çıkar çıkmaz bir taksiye bindim ve şehrin anacaddelerinden geçerek cezaevinin bulunduğu semte geldim. Google Earth'e girdim ve kuşbakışı avluyu izledim bir süre. Binaların çatılarını, onların muazzam simetrisini ve yalnızca girişe dikilmiş birkaç ağacı. Belki bir mahkum görürüm umuduyla beton avlunun görüntüsünü sonuna kadar yakınlaştırdım. Taksi girişe yaklaştığında sanki bir yakınımı görmek için burada bulunduğuma kendimi inandırdım. Duvarları süzdüm, hava daha da ısınmış gibi geldi. Birkaç seyyar satıcı vardı. Bir limonatacı, simitçi. Hiçbir şey olmamış gibi binadan uzaklaştım. Arkama bakmadan, elindeki limonatayı hızlıca yudumlayarak. Şimdi de ziyaretini tamamlamış bir kadın olduğuma kendimi inandırmıştım.
Ağaçların arasından bir yokuş tırmandım. Geniş bahçesi olan, demir parmaklıklarla çevrelenmiş bir bahçeye geldim. Uzakta pijamalarıyla dolaşan hastaları gördüm. Patikadan hızla yürüyordum ki, bir süre sonra ana girişteki tabelayı görünce nerede olduğumu anladım. Akıl hastanesine paralel bir şekilde yürüyordum. Hastaların bazıları beni izliyordu. Bir tanesi laf attı, ama ne dediğini anlamadım. İki yıl boyunca içine tıkıldığım binanın arka duvarı akıl hastanesine açılıyormuş meğer. İşte o anda bana bir şeyler söyleyen adama döndüm ve onun gülüşüne eşlik ettim. Bir yarım zikzaklar çizerek ilerliyor. Eski yüzyıllardan kalma bir baron ikiye bölünüyor. Kendimin yarısı ayağa kalkıyor, diğer yarısı oturuyor. Kendimi Potemkin'e hapsedebildiğimi düşündüm, zırhlı bir hayvanın mucizesini hissetmek için. Her şey bir kamaşma. Sözcükler çarpışıyor, bir çukura dökülüyorlar ve kendi derilerinden sıyrılınca, etleri kemiklerinden ayrılıncaya kadar kavruluyorlar. Işığı, evet var olan ve olduğunu hissettiğim ışığı gözümden içeri alarak, oradan yansıyıp dünyayı anlamlı kılmasına izin veriyordum. Başımı aşağı indiriyor ve önümde uzanan, uzadıkça ilerideki sokaklar arasında yitip giden, kuytulara saklanan ve sonunda karanlığın kuytularında bütünüyle yok olan ışığı izliyordum. Başımı göğe çeviriyor, aklımda taşıdığım anıları sahnelere bölüyordum, unutmamak için yazma fikrini her zaman saçma bulduğumu kendime yineliyordum ve anılarımı, aslında olduğu gibi değil de, hep hatırlamak istediğim gibi aydınlatıyordum zihnimde. Bunu yaparken artık dünyayı görmez oluyordum. Sokakları, sokakların başka sokaklara açılan kesişme noktalarını, o sokaklardan yayılan kokuları, adımlarını sokakların içine çeviren insanları, sokakların dışına taşınan insanları, evlerin duvarlarını, bahçelerini, o bahçelerdeki çiçekleri, sanki bir bahçıvanın elinden çıkmışçasına düzenli, renkli ve boy boy yükselen ve insanın önünde durup saygı göstereceği bahçeleri izliyordum. Eski evlerin pencerelerine bakıyordum. Yaşamanın bir yolunu bulmak. Beklemenin kendisine dönüştüm, beklemek benim gerçeğim oldu. Günlerin tuzuna bulanmadan, geri dönmeyi bekliyordum. Anakaradayken beklemek. Yaşadığım şey buydu. Beklemek, ama benim olan toprakların yavaş yavaş ayaklarımın altında ufalanmalarını görmek, yavaşça çekildiklerini seyretmek. Bir kabile yerlisi gibi ait olduğum bir gerçeğin olmasını istiyordum. Aynı ritüelin bin yıllık parçası olmayı: flint taşından sivri ok uçları yapmayı, kayaları şekillendirmeyi... Bambulardan ok yaparak görkemli toprakların bir parçası olabilirim, diye düşünüyordum. Benim gerçeğim ölüler ordusunun bir parçası.
0 Yorumlar