B. Nihan Eren - Hayat Otel


Üst kata geldiğinde odalar koridordaki Vitraylı camdan yansıyan renkli alacakaranlıkta uzanıyordu. Işığı yaktı. Boya kovaları ve fırçaların arasındaki hayaline bir süre şaşkınlıkla baktı. Sahiden yapmışlar mıydı? Buralara fırlatılıp gelerek. Olan malı mülkü bir otel için buralara yığarak. Geçmişte olanlardan kaçarak. Gelmişlerdi. Üstünü çizdikleri hayatı hiç yaşanmamış sayarak. Baştan başlayarak. Zihnine dalgaların anısı vurunca omzunu silkti. Hayır! Hayır! An. Şu an. Dün yok. Şimdi! Burada! Olanlar unutuldu. Unuttu. Yaşanmadı. Dün yok. Dalgalar buna aldırmadan kopup geldiler. Vurdular. Var dediler. Dün burada dediler. Elini yüzünden geçirdi. Gözlerini yumdu. Sabah ektiği fidanları, saksının içine dolan can suyunu, yuvasını kuran kırlangıçları ve içinde hayat olan bazı başka güzellikleri düşünmeye çalıştı. Yaprakta kalan son damlaya bakışı. Mart güneşinin parıldayışı. Cemrelerin düşmesi. Toprağın ıslak ve nemli uzanması. Berekete hazır. Çoğalmaya muktedir. Bereketli. Ve her şey unutulacak. Tabii ki geçecek. Bir nokta koydular onlar. Büyük harfle yeniden başladılar. Dalgaların içindeki o çaresizce çırpınan kol. yaşamak için debelenen yüz... Yeniden göründü. Başından atmak için bir ufak savaş daha verdi. Başladılar onlar a canım, baştan başladılar. Kimi ölür. Kimi yaşar. Onlar hayatta kaldılar. Silkindi. Geçmişti. Değil mi geçmişti. Dalgaların arasında nefessiz kalan kendisiymiş gibi kesik hırıldadı. Göğsü inip kalktı. Kanın aktığını, nefes aldığını duymak. Yaşamak. Bunu hissedince biraz sakinledi. Begonvilden içeri girdi, yakasından düşmeyen anısını dışarıda bırakmış mıydı? Lambayı açtı. Kapıya yaslandı. Kesik kesik soludu. Yatak başındaki begonvil de, bir şeyleri örterek uzanıyordu. Ona bakmak iyi geldi. Yatağa oturdu. El şimdi denizin içinde kaybolup gitti. Dalgalar çekildi. Her şey geçmişte kalmıştı. Hatırlanmayacaktı. Sabaha martılar, bir şey olmamış gibi bağrışacaktı. Oyle değil mi? Öyle. Bir fidan sürecekti daldan. Toprak kabaracaktı. Oğlaklar doğacaktı. Devam... Bir tay ayaklanacaktı. Toprak uyanacaktı. Devam... Güneş dağın ardından havalanacaktı. Sürüp gitmeye devam. Kirazlar çiçeklenecekti. Açmaya devam. Soluğu sakinledi. Yüreği yatıştı. Balkona çıktı. Yarattığı dirliği bulacağını sanarak bakındı. Ama sabah ektiği ortanca saksılarını devrilmiş yatarken gördü. Şaşırdı. Canlılığı arandı. Hayatı. Bahçedeki talana bir süre kayıtsızlıkla baktı. Demek fırtına çıkmış. Geride kalan serinlikten mi yoksa hatırladıklarının ağırlığından mı anlayamadan ürperince, hırkasına sarındı. Çarçabuk içeri girdi. 

İsmet Kaktüsü açar açmaz odadan dışarı koca bir deniz boşaldı. Odalar ve kapılar, döşemeler ve kartonpiyerler yer değiştirerek alabora oldular. Ufak Vitray camdan yansıyan ışıkla su önce kırmızıya sonra mora kesildi. Sular hızla yükseldi. Koridordaki saksılar ve duvardaki tablolar da ayaklandılar. Bütün bunlar bir çırpıda olmuştu. Dünyanın bir göz açıp kapamayla değişebileceğini İsmet iyi bilirdi. Bu yüzden hiç şaşırmadı, yaşamakta randımanlı, kaçmakta becerikliydi. Hızlı kararların, bencil manevraların insanı. Hemen bir kulaç. Bir tane daha. Ama suya battı. Sonra daha büyük bir iştahla çıkardı başını. Doğar gibi alınmış bir nefes. Bir koca soluk. Geliyordu. Sudaki kırmızı ışık şimdi tavanla su arasında kalan yüzünde, dehşetle yanıyordu. Yaşayacağım diyordu. Koridor boyunca yüzdü. Ama su tavana gelmişti bile. Bir soluk daha. Ciğerini biraz havayla doldurabilmek için, hayatta olmaya devam edebilmek için, dirim onu bırakmasın diye çıkmak, buralardan çıkmak için. Kurtulmak. Yaşamak diyordu yaşamak. Neden her şey hızla yükselmiş tavana ermiş? Tavanı açsa. Bir boşluk bulsa. Oradan doğsa. Göğe doğru çıksa. 

Var gücüyle ittirdi. 

Nefesi iyice sıklaşmışken uyandığında tavanın yarıldığından emindi. Canhıraş abajuru arandı. Ortalık aydınlandı. Tavan sağlamdı. Üstü kuru. Kalbi atıyor. Bir derin ürpermeyle yatağa yığıldı. 

Feryal dış kapıyı çekip çıktı. Duvar boyunca dolanırken ayın on dördü tepede ayna olmuş yansıyordu. Fırtınamn zayiatını böylece daha net gördü. Dallar kırılmış. Limon eğrilmiş. Begonvil açamadan vurgun yemiş. Beyaz saksılar yuvarlanmış. Ah hepsini kendi elleriyle boyamıştı. Hayıflanırken ayaklarının altında bir şey çakıldadı. Şöylece bir dürttü, anlamayınca eğilip aldı. Dolunay kırık mavi cama düşünce dönüp kapının üzerine baktı. Girişe astıkları nazarlığın çivisi boş duruyordu. Yutkundu. İşte şimdi ürpermişti. Oteline nazar değecek. Bu kırıklar kim bilir hangi kenafir gözlerden. Eğilip camları topladı. Yarın şehre iner. Yenisini alır. Asar yerine. Haydi yine öyle kem bakın. Haydi bakın. Camları kapının yanındaki çöp tenekesine gümbürtüyle attı. Vazgeçmeyecek Feryal. Bunu artık anlayın. Karaltının içinde öbeklenmiş yasemin dallarının arasından bir hışırtı duydu. Dönüp bakınca şaşırdı. Bahçe kapısı açıktı. Şaşırmış halde kapatmaya gidiyordu ki o geçince yanan bahçe ışığında bir kedi fırlayarak kaçtı. Karşılıklı korkmalar. “Hay Allah iyiliğini” deyip göğsünü bastırdı. Sonra birden bire durdu Feryal. Sağlı sollu iki kaktüsün arasındaki aralık demir bahçe kapısının ardından bir çift göz, kendisini izliyordu. Ürperdi. Gözlerini kısıp iyice görmeye çalıştı. Bir karaltı. Orada. Şimdi Feryal fırtınanın az önce yıkıp geçtiği dağınık bahçesinin içinde giderek giderek giderek giderek küçülüyordu. Dolunayın altında titrek bekliyordu. Neyi? 

Kefaretini.

Yorum Gönder

0 Yorumlar