B. Nihan Eren - Kör Pencerede Uyuyan


Ilgaz, çoktan soğumuş çayının kalan son yudumunu çekip masasından kalktı. Artık çalıştığı kendisine yeterdi. Her şey olduğu kadardı. Yarınki sınavı verirse okulu uzatmayacak, yazın memlekete gittiğinde babası onunla ilgili yergilerini kısa kesecekti. Mühendis çıkmasına ramak kalacak oğlunu annesi, komşular ve hısım akrabanın önünde yere göğe sığdıramayacaktı. İçi bulandı, muhtemel ki, olacaklardan ziyade, içtiği sigaraların odasını bunaltmasındandı. Küllük, hava almayan bu bodrum katını isli isli kokutuyordu ama Ilgaz götürüp dökmedi. Odanın ortasında öylece durdu. Şimdi, her şeye yalnızca bakıyordu. Masanın üzerinde yığılmış kitaplara ve kütlenin korunumuna, kabak çekirdeklerinin dağılmış kabuklarına, dışarıda göğün yırtılmasına ve şakırdayan bütün sulara, kedilerin pencerenin parmaklığına sürtünüp geçmesine, doğa yasalarına ve dünya üzerinden geçip gitmiş bütün kanların ve çirkin ve güzel bedenlerin şerefine bir şişe şarap içememiş olmasına uzun uzun baktı. Duvarlar soğuk, gölgeler lekeliydi. Kanepedeki battaniyesinin üstüne sinmiş terli ve ekşi kokusunu, teki kayıp çoraplarını, boş sigara paketini, parmak izli bardağını ve ortada bekleşen bütün perişanlığını saran bu duvarlar, sapasağlam duruyor, içinden kayıp geçilmeye imkan vermiyordu. Sessizlik sanılan bütün ümitsizlik, gençliğin kıvamlı ağırlığı önünde dikiliyor, onun taze başını ürkütüyordu.

Ilgaz böyle ayakta dikilmiş, kumral sakallarını uzun uzun sıvazlarken, birdenbire durdu.

Gitti kanepeye kıvrılıverdi. Tahir kahvehaneden ruh gibi çıktı. Yağmurlu sokaklardan bir ruh gibi geçti. Büyük bir yalanı az önce öğrenmiş bulunan bütün sakin ruhlar gibi, o da işte şimdi zıvanadan çıkmış, kayıyor, kavruluyordu. Kızı hemşireyim demişti. Ben buraya atandım demişti. Gececiyim demişti. Geceleri çıkıyor, sabaha karşı dönüyordu. Kızının ortak etmediği bu sırrında Tahir, bilmiyordu ki, neler yapılıyordu. Hasta kim, kime derman götürülüyordu? Gece başlayıp da sabaha erene kadar, kızı nerede duruyordu?

Evinde, odasında, kahvesinde, işinde, sıkıntısında, ferahlığında yaşayıp giden bütün bu beşerin ortasında Tahir, sokaklardan eserek geçti. Karısının ölümünden beri kalbinin böyle yandığı hiç olmamıştı. Yol boyunca, kimi mutlu kimi mutsuz ışıklar pencerelerde yanıyor, Tahir de tüm insanlık gibi, en büyük dert kendisininki sanıyordu. İnsan bir kötülük, bir hainlikle yüzleşmeye görsün hemen kendiyle karşılıyordu onu. Yalanın büyüklüğü, söyleyenin iyiliğiyle büyüyor, onunla perçinleniyordu. Tahir de böyle düşünüyordu şimdi, "bana" diyordu, "tek başına evlat büyütmüş bu babaya" diyordu, "kimseye kötülük etmemiş, hıncını bu aleme bir kerecik batırmamış bu adama" diyordu, "nasıl yapılır" diyordu. Kızını unutup, sanki daha çoğu kendine acıyordu. Kızı Melike, anasını melekler aldı götürdü diye, melek gibi olsun da kötülüğe bulanmasın ve hep pür-i pak yaşasın diye adını meleklerden alıp da verdiği bir tane evladı, yalnızlığından kaçıp da anlamlı saydığı meşguliyetlerle büyüttüğü bu çocuk, şimdi nerelerde, hangi şeytanın, hangi karanlığın, hangi kuytunun dibindeydi. Ondan başka yoktu ki. Büyüttüğü bu çocuktan, çocukken ak pak edip saçlarını tarayıp da yatırdığı bu çocuktan bir tane daha yoktu ki. Gözlerden sakınılıp büyütülmüş bu anasız çocuktan, binlerce emek ve uğruna uykusuz kalınmış gecelerden, kalkıp kalkıp örtülmüş yorganlardan, ateş ve öksürük dolu geceler boyu alnına konmuş nemli bezlerden ve büyüsün diye yedirilmiş lokmalardan gelecekte birkaç tane daha yoktu ki, onun için bu kadar yanılmasın. Vazgeçilsin. 

Başka yoktu ki.

Tahir felaketi de sevinci karşıladığı gibi karşıladı. Melikesinin nerede olduğundan önce Tahir, kendi yaptıklarının, kendisinden alınanların ve kendisine yapılanların muhasebesini tutuyor, doğruluk ve vicdan budur sanıyordu. İşte ancak böyle sevebildiği Melikesi şimdi nerede, hayatı ne sanarak yaşıyor, kime ne söylüyordu? Bu dünyanın başına, kurulalı beri musallat olmuş kötülerin karşısında Melikesi, nasıl içi acımadan duruyor, irade ve gülümsemesini nasıl gizliyordu? Ne yapıyordu? Nerede, ne yapıyordu?

Yarın sabah uyanacaktı Tahir, sanki dünkü sabaha uyanmış gibi içi bir anlığına rahat. Sonra ayıldıkça başına geleni hatırlayacak ve içinden bir bıçak boylu boyunca geçip onu gerçeğe uyandıracaktı. Dünya üzerindeki bütün felaketler işte böyle geliyor, insanı kendine işte böyle yavaş yavaş inandırıyordu. Ölümü görenler, soğukluğu tadanlar, felaketten kaçamayanlar, evlat acısıyla kavrulanlar, uykuya hıçkırık ve gözyaşıyla dalanlar, delikli uykulardan hep böyle uyanıyordu.

Önce iyi, sonra noksan.

Yorum Gönder

0 Yorumlar