Aristo, kazanç için üretim ilkesini “insan doğasına uygun olmadığı”, hiçbir sınır tanımadığı için reddederken, çok önemli bir noktaya, sınırları oluşturan sosyal ilişkilerden bağımsız ekonomik amaçlar olamayacağına, işaret ediyordu.
Genelde, Batı Avrupa feodalizminin sonuna kadar, tanıdığımız bütün ekonomik sistemlerin, ya karşılıklılık, yeniden dağıtım ve ev idaresi ilkelerine, ya da bu üçünün bir bileşimine göre düzenlenmiş oldukları önermesi geçerliliğini koruyor. Bu ilkeler, simetri, merkezleşme ve kendine yeterlilik kalıplarından yararlanan sosyal yöntemlerle kurumsallaştırılmışlardı. Bu çerçeve içinde, malların düzenli olarak üretilip dağıtılması, genel davranış ilkelerine göre biçimlenmiş bireysel dürtüler aracılığıyla sağlanıyordu. Bu dürtüler arasında, kazanç önemli bir yer tutmuyordu. Âdetler ve yasalar, büyü ve din elele vererek bireyi ekonomik sistemin işleyişini sağlayan davranış kurallarına uymaya yöneltiyorlardı.
Yunan-Roma devri, gelişmiş ticaretine karşın, bu bağlamda bir istisna oluşturmuyordu; dönemin belirleyici özelliği, temelini ev idaresinin oluşturduğu bir ekonomi içinde Roma yöneliminin uyguladığı geniş çapta tahıl dağıtımıydı. Bu örnek, Ortaçağın sonuna kadar ekonomik sistem içinde piyasaların önemli bir rol oynamadığını, başka kurumsal kalıpların geçerli olduğunu belirlen kurala ters düşmüyor.
Onaltıncı yüzyıldan bu yana piyasalar hem çoğaldı, hem de önem kazandılar. Hatta merkantilist sistem içinde hükümetin ana sorunu durumuna geldiler; gene de piyasaların insan toplumunu kontrol altına alacaklarını gösteren bir belirti yoklu. Aksine, düzenleme ve müdahaleler her zamankinden daha şiddetliydi; kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikri bile yoktu ortada. Şimdi, ondokuzuncu yüzyılda yepyeni bir ekonomi biçimine birdenbire nasıl geçildiğini anlamak için, piyasanın tarihine, geçmişteki ekonomik sistemleri gözden geçirirken neredeyse bütünüyle konu dışı bırakabildiğimiz bu kurumun tarihine bakmalıyız.
0 Yorumlar