Stefan Zweig - Bir Çöküşün Romanı


Kapı delikanlının arkasından çoktan kapanmış ve Madame de Prie hâlâ kıpırdamamıştı. Ölümüne kovalanmış bir hayvan gibi öylece yatıyor, alçak sesle kesik kesik soluyordu; korkusu, duyguları, acı ya da utanç hissiyatı kalmamıştı. İçini tarifsiz bir dermansızlık kaplamıştı; ne intikam ateşi ne de öfke vardı artık, tek hissettiği dermansızlık, tarifsiz dermansızlıktı; gözyaşlarıyla birlikte bütün kanı da akıp gitmişti ve orada kendi ağırlığından yere çökmüş cansız bedeni yatıyordu sanki. Ayağa kalkmayı denemedi bile; bunları yaşadıktan sonra kendini nereye atacağını bilmiyordu. 
Odaya ağır ağır çöken akşamı hissetmedi. Çünkü akşamlar sessizdi. Öğle zamanı gibi pencereden küstahça bakmıyor, karanlık sular gibi duvarlardan fışkırıyordu, tavanı hiçliğe doğru kaldırıyor, nesneleri usulca indirip, sessiz seline katıyordu. Kadın başını kaldırıp baktığında çevresini karanlık ve sessizlik sarmıştı, küçük saat bir yerlerde usul usul tik taklarla sonsuzluğa doğru ilerliyordu yalnızca. Perdeler öylesine karanlık kıvrımlara katlanmıştı ki, sanki arkalarında azgın bir şey gizleniyordu; kapılar bir şekilde duvarın içine gömülmüştü ve oda çivilenmiş tabut misali bir siyahlıkla çevriliymiş gibi duruyordu. Hiçbir yerde giriş ya da çıkış kalmamıştı, her şey sınırsız, ama yine de kilitli gibiydi, her şey insanın üstüne üstüne geliyordu adeta ve havayı öylesine sıkıştırıyordu ki soluk alınamıyor, yalnızca hırıltılı sesler çıkarılabiliyordu. 
Yalnızca arkada belirsize doğru açılmış bir yol ışıldıyordu; kadın, bataklığa dönüşen gölün gece görüntüsüne bürünmüş yüzeyi gibi karanlıkta usulca parıldayan büyük aynanın içinden doğrulunca beyaz bir şey dışarı taştı. Kadın ayağa kalktı, yaklaştı; hayaleti andıran bir yaratık aynanın içinden duman gibi kabararak çıktı: Kendisiydi bu, yaklaştı ve sonra hızla geri çekildi. 
Korkuyordu. İçinden bir şey, "Işık" diye haykırıyordu. Ancak madam kimseyi çağırmak istemedi, kavı kendi tutuşturdu, mermer konsolun üzerinde usulca parıldayarak duran donuk bronzdan yapılmış şamdanın mumlarını tek tek yaktı. Alevler büküldüler, sıcak bedenleriyle soğuk suya dalan insanlar gibi titreyerek karanlığa dokundular, geri çekildiler, sonra yeniden içeri daldılar, sonunda titreşen bir ışık kümesi şamdanın üstünde toplandı ve gitgide daha geniş daireler çizerek tavana kadar yükseldi. Başka zaman narin küçük çocuk figürlerinin buluttan kanatlar takıp mavinin kucağında salındığı yüksek tavanı, boz rengi sisli gölgeler kaplamıştı şimdi, içlerinde ani yükselen alevlerin sessiz kıvılcımları huzursuzca seğiriyordu. Çevredeki nesneler uykularından ürkütülerek uyandırılmıştı adeta, hareketsizce duruyordu, onların gerisinde kalan tepede gölgeler bodur bir hayvan gibi sürünüyor ve nesnelere ürkütücü bir görüntü veriyordu. 
Ne var ki ayna, kadını çektikçe çekiyordu. Aynaya ne zaman baksa, orada sürekli kıpırdayan bir şey vardı. Yoksa çevresindeki her şey suskun ve kötü niyetliydi, nesneler uyuşuktu ve insanlar onu iterek kendilerinden uzaklaştırıyorlardı. Kimseye bir şey soramıyor, kimseye içini dökemiyordu: Ama orada yanıt veren, donuk durmayan, kımıldayan ve açıkça yüzüne bakan bir şey vardı hâlâ. Ama ne soracaktı ki aynaya? Paris'teyken güzel olup olmadığını pek sormazdı. Onun aynası, onu arzulayan erkeklerin ışıldayan gözleri olmuştu. Güzel olduğunu kazandığı zaferlerden, geçirdiği ateşli gecelerden bilirdi, arabayla Versailles'a giderken insanların şaşkınlığından anlardı. Yalan söyleseler de onlara inanmıştı, çünkü onların gücüne güvenmesi kendi kudreti demekti. Ama şimdi böyle aşağılandığına göre kimdi artık o? 

Yorum Gönder

0 Yorumlar