Adnan Özyalçıner - Sur


Kendim denemeliydim. Caddeye çıkıp otobüs durağına gittim. Oradan daha kolay, daha ölçülü biçili, daha sakin bir araştırmaya girişebilirdim. Duraktan burçlar açıkça göründirğüne göre, kapıyı, üç aşağı beş yukarı, kestirmek kolaylaşacaktı böylece. 
   Durağın çevresinde önce şöyle bir dolanayım dedim. Küçük bir park vardı orda. Üç dört sıra, bir iki top şimşir, biraz da, kar topunu andıran, göz alıcı renkleri olan -ama yalnız o kadar-kokmayan o koca koca çiçeklerden. Bol bol da çimen. Yanımdaki ekmekte peyniri yiyerek karnımı doyurdum. Sonra da bacaklarımı uzatıp, sırada iyice yayılarak kendimi güneşe karşı -kurutuyormuşçasına- gerdim. Gözlerimi yummuştum. Sıra sallandı, biri oturmuş olmalı, alışkanlıkla hafifçe doğrulup gözlerimi açtım. Sıranın ucuna ilişmiş genç bir kız, gülümseyerek bakıyordu yüzüme. Öteki sıralar boştu. Biraz daha toparlandım. Sıranın üstüne bıraktığım güneş gözlüklerimi alıp taktım. Boyunbağımı düzelttim. Saçlarıma da şöyle bir el vurdum galiba. Alışkanlık işte. Başka türlü davranmak elimden gelmedi. Üstelik ayırt edilmek de güzeldi. Hele şehrin birörnek kalabalığında hiçe sayılan suratınızın, bir işe yaramayan giyiminizin burada bir şey sanılması, üstün görülmesi, insanın bayağı hoşuna gidiyordu. Ama bu ayırt edilişin altındaki tuzağı çabuk kavradım. Elele kaldırımları arşınlamak. Cazlı bir iki toplantı, ya da düğün. Biraz votka. Bir iki bardak bir. Şehrin büyük caddesi. O ünlü buluşma pastaneleri, kaçamak bir iki öpüşme, sonra da saatler, saatler, kol saatleri -onları orada bileğimizde çoğu zaman unutuveririz. Bu yüzden uzun yıllar kolumuzun varlığından da habersiz olabiliriz. -Cep saatleri- pos bıyık, yaşlı birtakım adamlar, yelek ceplerinden ikide bir çıkarıp, kaçamak bir göz atarlar onlara. Ne bir yere geç kalmışlardır, ne de vakit daha çok erkendir. Yalnız gizli gizli gülümseyerek seyrederler saatlerini. İşleyip işlemedikleriyle hiç mi hiç ilgili değillerdir. -Ablak yüzlü kocaman istasyon saatleri- her dakikasını, koca bir katar, bir kara tren, deli bir lokomotif, uzun uzun öterek, çekip uzaklara götürür, böylece güç de olsa, onu unutmamızı sağlar. -Camlanda kirli bir denizle ince, uzun her türlü gölgeyi yansıtarak derinleşmeye çalışan iskele saatleri, konsol üstlerinde aralıksız tıkırdayan tozlu masa saatleri -yanıbaşlarında uzun yıllardır bitip tükenmek bilmeyen soylu bir direnmenin dantelleri, yün örgüleri, sap işleri, kanaviçelerine eşlik eder bu saatler hep. Danteller kirlenip aklıklarını yitirdiklerinde, yün örgüleriyle kanaviçeler tarazlandıklarında ve sap işleri solduklarında, saat de tıkırtısını keserek, Bitpazarındaki karanlık dükkanların birinde, onlarla ölüp gider- ve kocaman göstergeleriyle her dakikayı anı kabalık, aynı birörneklikle gösteren alan saatleri, geçip giden saatler, geçmek bilmeyen zaman. İnsanın tek başınayken susması, ya da kendi kendisiyle konuşması sanıldığı kadar korkunç bir şey değildir. Oysa ki, kişinin, bir masada, bir odada, sonra da yalnız olan iki kişinin karşılıklı susması ya da karşılıklı -gerçekte yine de kendi kendisiyle- konuşmaya kalkışması kadar korkunç ne olabilir? 
   Açıkça kaçtım parktan. Kız, arkamdan bakakalmıştır. "Deli" demiştir. "Aptal" diye düşünmüştür. "Salak!" Olsun. Ne derse desin. Kim ne derse desin. 
   Sokağın birini bitirip soluklanmadan, hiçbir şey düşünmeksizin, gözündeki partal çuval çıkarılsa da, çevresini göremeyecek olan, anadan doğma kör bir dolap beygiri gibi, alışkın alışkın ikincisini sürüyor, sonra da, en küçük bir kuşkum olmaksızın, üçüncüsüne dalıyordum. Kovalar dolup dolup boşalıyor, bostan sulanıp yeşeriyor, ama beygir, yürüyüşünden küçük bir aksama yapmadan, dönüşünü soluksuz sürdürüyordu. 

Yorum Gönder

0 Yorumlar