Varlam Şalamov - Kolıma Öyküleri


Akşam yemeği bitmişti. Glebov ağır ağır çanağının dibini yaladı, masadaki ekmek kırıntılarını eliyle özene bezene süpürerek sol avucunda topladıktan sonra avucunu dikkatlice yaladı. Yutkunmadan, ağzındaki tükürüğün kırıntı topağını nasıl bir hücumla ve açgözlülükle kuşattığını hissetti. Glebov’a sorsanız bunun lezzetli olup olmadığını söyleyemezdi. Lezzet denilen şey, yemek yemenin verdiği tutku dolu ve insanı kendinden geçiren bu duygunun yanında çok önemsiz kalır. Glebov yutmak için acele etmedi, kırıntılar ağzında kendiliğinden eridiler ve çok çabuk yok oldular.
Gözleri çukurlaşmış Bagretsov’un ışıltılı bakışları Glebov’un ağzından bir an olsun ayrılmıyordu. Hiç kimsede bir başkasının ağzında yitip gitmekte olan bir lokmadan gözlerini ayırabilecek kadar büyük bir irade olamaz. Glebov tükürüğünü yuttuktan sonra Bagretsov hemen bakışlarını gökyüzünde emekleyen turuncu iri aya, ufka doğru kaydırdı.
“Gitme vakti,” dedi Bagretsov. 
Hiç konuşmadan patika yoldan kayalıklara doğru gittiler ve bir toprak yığınını saran alçak bir kaya çıkıntısına tırmandılar. Güneş daha yeni batmış olmasına rağmen taşlar şimdi buz gibiydi, oysa gündüz çıplak ayaklarına giydikleri lastik çizmelerinin tabanlarını yakıyordu. Glebov montunun önünü kapadı. Hareket etmesine rağmen üşüyordu.
“Daha çok mu var?” diye sordu sessizce. 
Bagretsov alçak sesle “Çok var,” dedi.
Dinlenmek için biraz oturdular. Konuşacak bir şey yoktu, düşünecek bir şey de yoktu. Her şey açık ve basitti. Kaya çıkıntısının dibindeki düz alanda üst üste yığılmış taşlardan, kuruyup yatağından koparılmış yosunlardan oluşan bir yığıntı vardı.
“Bunu tek başıma da halledebilirdim,” diye alay edercesine sırıttı Bagretsov. “Ama iki kişi olunca daha eğlenceli oluyor. Üstelik eski dostumsun…” 
Geçen sene ikisini aynı gemiyle getirmişlerdi buraya. 
Bagretsov durdu. 
“Yere yat, görecekler!”
Yere uzandılar ve yattıkları yerden taşları kenarlara atmaya başladılar. Sabahleyin buraya yolladıkları adamlar Glebov’dan daha güçlü olmadıkları için burada iki kişinin kaldırıp taşıyamayacağı kadar ağır taşlar yoktu.
Bagretsov yüksek sesle küfretmeye başladı. Parmağı kesilmişti ve kanıyordu. Yarasına yerden aldığı kumdan serpti, montundan bir parça pamuk çekiştirip yaraya bastı ama kan dinmiyordu. 
Glebov kayıtsızca, “Zor pıhtılaşıyor,” dedi. 
Bir yandan kanını emen Bagretsov, “Bir de doktor mu oldun?” diye sordu.
Glebov sustu. Doktor olduğu zamanlar çok eskilerde kalmış gibiydi. Öyle günler var mıydı sahiden? Dağların, denizlerin ardındaki o dünya Glebov’a sıklıkla bir rüya, gerçek dışı bir düş gibi gelirdi. Gerçek olansa kalk borusundan yat emrine kadar geçen dakikalar, saatler, günlerdi. Daha ötesini düşünemiyor, düşünme gücünü de kendinde bulamıyordu. Herkes gibi.
Şu an çevresinde olan insanların geçmişini bilmiyordu ve bununla da ilgilenmiyordu. Sözgelimi, yarın Bagretsov ona bir felsefe uzmanı ya da hava kuvvetlerinde mareşal olduğunu söylese hiç tereddüt etmeden inanırdı. Glebov gerçekten de bir zamanlar doktor muydu? Fikir yürütme yetisinin yanında gözlem yeteneğini de kaybetmişti. Bagretsov’un kirli parmağından kanı nasıl emdiğini görmüş ama hiçbir şey söylememişti. Olay, bilincinde akıp gidiyor ama kendinde buna bir çözüm getirme gücü bulamıyor, çözüm yolu aramıyordu bile. Hâlâ sahip olduğu ama artık insanlıktan çıkmış haldeki bilincinin pek az tayin gücü kalmıştı ve o da tek bir amaca yönelmişti: Taşları mümkün olduğunca çabuk toplamak.
Biraz dinlenmek için ara verdiklerinde Glebov sordu: “Derin galiba?”
“Ne kadar derin olabilir ki,” dedi Bagretsov. 
O anda Glebov saçmaladığını fark etti ve çukurun gerçekten de derin olamayacağını anladı. 
“İşte,” dedi Bagretsov.
Bir insan parmağına ulaşmıştı. Taşların altında bir ayak baş parmağı görüldü. Ay ışığı altında çok belirgindi. Ancak bu parmak, Glebov ile Bagretsov’un parmaklarına hiç benzemiyordu. Bunun nedeni cansız ve kaskatı oluşu değildi — bu açıdan onların parmaklarından hiç farkı yoktu. Ölünün ayak tırnakları kısa kesilmişti ve baş parmak, Glebov’unkilerden daha dolgun ve yumuşaktı. Cesedin üzerindeki taşları çabucak ayıkladılar. 
“Çok gençmiş,” dedi Bagretsov.
İkisi cesedi bacaklarından tutup güçlükle çukurdan çıkardılar. 
Glebov nefes nefese kalarak “Ne kadar da sağlammış,” dedi.
“Bu kadar sağlam olmasaydı bizi gömdükleri gibi gömerlerdi ve bizim de bugün buraya gelmemize gerek kalmazdı,” dedi Bagretsov. 
Ölünün kollarını düzelttiler ve gömleğini çıkardılar. 
Bagretsov memnun bir tavırla “İç donu yepyeni,” dedi. İç donunu da çıkardılar. Glebov, ölüden aldıkları çamaşır topağını montunun içine sakladı. 
“Üstüne giysen daha iyi,” dedi Bagretsov.
Glebov mırıltıyla “Yok, istemem,” dedi. 
Ölüyü tekrar mezara koyup üzerini taşlarla örttüler. 
Yükselen ayın mavimsi ışığı her çıkıntılı kayayı, her ağacı gündüz olduğundan daha farklı göstererek tayganın seyrek ormanlarının ve taşların üzerinde yayılıyordu. Her şey kendince gerçek ama gündüz olduğundan çok daha farklı görünüyordu. Dünyanın bir nevi ikinci, gece kılığıydı bu. 
Ölünün iç çamaşırları Glebov’un koynunda ısınmıştı ve artık ona başkasınınmış gibi gelmiyordu. 
Glebov hayal kurarcasına “Keşke sigara içebilseydik,” dedi. 
“Yarın içersin.” 
Bagretsov gülümsedi. Yarın bu iç çamaşırlarını okutacaklar, karşılığında ekmek ve hatta belki de biraz tütün bile alacaklardı.

Yorum Gönder

0 Yorumlar