Güven Turan - Düş Günler


Önce romanların olduğu yere gidiyor. Kitaplar raflara yazar abecesine göre dizilmiş üstelik. Daha ilk sırada Djuna Barnes’in Nightwood'unun birinci baskısını bulmak şaşırtıyor onu. Kapağın içinde yazılı fiyat ise, büsbütün şaşırtıyor... Sıradan bir cep kitabından bile ucuz... Acaba ayrı bir fiyat var mı, üzerinde yazılı olandan? Dönüp soruyor yüksek sesle. Yanıt o zamana kadar görmediği birinden geliyor: Kasaya dayanmış, genç uzun boylu bir kadından. İri kemikli, iri elli, büyük göğüslü ama bu iriliğinde, büyüklüğünde hantallık olmayan biri. Aksie bir kısrak çevikliği seziliyor. Yüzü ise alabildiğine yumuşak hatlı, küçük ağızlı, küçük kalkık burunlu. Kıvırcık siyah saçlar yüzüne garip bir çocuksuluk veriyor. İnsanda yüzüne ayrı, gövdesine ayrı bakma zorunluğu duyuran bir kadın. Kadına dalıp gittiği için, yanıtını anlamadığını fark ediyor, mahcup yineliyor sorusunu. Hayır, üzerlerinde ne yazıyorsa, kitapların fiyatı o!
Yeniden kitapların başına giderken, yaşlı kadını aranıyor, yok ortalarda. El attığı bir başka kitap, unutturuyor yaşlı kadını. Sanki düşlerinin kitabevi burası. Şimdi ne alacağını daha iyi düşünmeli. Cebinde parayı kollamalı. Sonra tekrar gelir ama, olsun. Bir kitap düşkününü, alımı ertelenmiş bir kitabı sonradan bulamamaktan daha fazla hiçbir şey üzemez. Hele bu parası yetişmediği için gelmişse başına!
Kendini ne kadar tutsa da kolundaki kitap sayısı raftan rafa artıyor. Giderek taşıyamaz oluyor kolundaki kitapları; bir sandalyenin üzerine bırakıyor. Genç kadın da yok ortalarda. Sadece asma katta başı görünüyor genç adamın. Abajurun ışığında, kafası kristal Toltek kafalarını anımsatıyor.
Saatine bakıyor. İki saattir kitapçıda. Kocaman bir yığın oluşturmuş ayırdığı kitaplar sandalyenin üzerinde. Yağmur da dinmiş olmalı.
Kapıya gidiyor, açıyor, dükkanın dışına çıkıyor: Hava açmış. Camlı davandan durgun bir mavilik yansıyor. Yeniden içeri giriyor. Kasanın yanına doğru yürürken, ayırdığı kitapların başında genç bir kızın durduğunu görüyor. Yirmilerinin başlarında biri. “Nefis kitaplar var...Her taraf harika kitaplarla dolu. Gerçi ben bu kentte yeniyim, yeni sayılırım ama bütün kitapçıları bildiğimi çekinmeden söyleyebilirim. Hiç buraya dikkat etmemiştim... Adı ne kitabevinizin sahi?” Genç kız gülümseyerek eğiliyor masanın altına, kitapları koymak için bir poşet çıkartıyor. “İskenderiye,” diyor. O da gülmeye başlıyor. “Harika! Ne kadar Borges’ce bir kitabevi ismi!” - “Tabii,” diyor kız, poşetin üstünü işaret ediyor. Poşetin üstünde, büyük büyük “İskenderiye” sözcüğü yazılı. Altında büyük bir Borges ismi var. Onun altında da “Kitabevi” sözcüğü... “Yoksa İskenderiye Kütüphanesi de burada mıydı?” diyor kıza gülerek. "Evet," diyor kız "Burası girişi..." - "Sahi mi?" diyor, "Görmek isterdim..." - "Çok istemelisiniz bunu," diyor kız. Gülmüyor. Çok ciddi yüzü. "Çünkü İskenderiye Kütüphanesi'nin sadece girişi vardır, çıkışı yoktur..." Bir şaka bu, sürdürmeli bu şakayı! "Hayır, şaka değil, madem istiyorsunuz, gelin o zaman," diyor kız. Dönüyor, kitabevinin arkasına doğru yürüyor. izliyor kızı. Merdivenleri tırmanıp üst kata mı çıkacaklar? Tam merdivenlerin yanına gizlenmiş bir kapı var. Kız kapıyı açıp, bir adım yana çekiliyor, yol veriyor. Giriyor. Garip, kuru bir ılıklık ve yoğun bir kitap kokusu çarpıyor yüzüne. Kitaplar, sıra sıra, arkalara doğru uzanan, büyük ahşap kitaplıklar da duruyor. Kaç tane sıra var? Derinliğine kaç kitaplık var? Mavimsi bir ışıkla aydınlanıyor sınırlarını tam çıkartamadığı salon. Işık yukarıdan, tavandan geliyor. "İşte İskenderiye Kütüphanesi," diyor kız, "Bakın..."
Birkaç adım atıyor, tam kapının karşısına gelen kitaplığa gidiyor. En üst raflar bile uzandığında erişilecek yükseklikte duruyor. Bir kitap çekiyor. Açıyor, “Heraklitos!” diyor, ”İnanılır gibi değil! Hem de bütün yapıtları! Hem de... Yunanca, ama okuyabiliyorum. Hayır, anlayabiliyorum!” Kız gülümseyerek, “İskenderiye Kütüphanesi’nin büyük sırlarından biri buydu,” diyor.


Yorum Gönder

0 Yorumlar