Cyril Gély - Ödül


“Sana bir soru soracağım,” dedi Hahn misafirinin düşünmesine fırsat vermeden.
“Seni dinliyorum.” 
“Cevap vermeden önce iyi düşün. Bana, kıskançlık ve haset arasındaki farkı birkaç kelimeyle açıklar mısın?”
“Neden soruyorsun bunu?” diye sordu Lise şaşkın bir ifadeyle. Farkında olmadan koltukta doğrulmuştu.
“Cevap verdikten sonra söyleyeceğim.”
Lise, konuşmanın başından beri ilk defa savunmaya geçmişti. Gözlerini kaçırmadan kıskançlık ve haset arasındaki farkı düşünmeye çalışsa da bir yere varamıyordu.
“Evet?” diyerek üzerine gitti Hahn.
“Aslında ilk bakışta kolay bir soru gibi gözüküyor ama öyle değil... Sen söyle lütfen.”
“Tamam. Kıskançlık, bir başkasının sahip olduğum şeyi benden çalma ihtimaline karşı hissettiğim duygudur. Örneğin Edith. Bir sevgilisi olsa onu kıskanabilirim.”
“Anladım. Peki ya haset?”

“İşte orası biraz ilginç,” dedi Hahn daha kararlı bir sesle. “Haset, başkasının sahip olduğu şeyi istemektir. Başkasının sahip olduğu bir kadını, parayı, dehayı... Ya da ödülü.”
“Anlıyorum.”
“Senin de çok iyi bildiğin gibi, İncil’de Kabil’in Habil’e karşı haset duyduğu anlatılır. Yusuf ise kardeşleri tarafından kıskanılır. Sence de öyle değil mi?”
Lise başını sallamakla yetindi.
“Bizimki daha çok Bramante ve Michelangelo arasında yaşananlara benziyor. Bramante’nin Michelango’yu ne kadar kıskandığını tahmin edebiliyor musun? Onun yeteneğini, başarısını, aldığı tüm övgüleri?”
“Nereye varmaya çalıştığını anlıyorum,” diye mırıldandı Lise. Kendi kurduğu tuzağa düşmüş gibiydi.
“İzin verirsen konunun daha iyi anlaşılması için bir şey daha eklemek istiyorum. Bir şeye sahip olmak istediğimizde karşımızdakine haset ederiz. Eksikliğini hissettiğimiz şey bazen çok küçük, saçma bir şey olabilir. Yine de bu şey, içimizdeki duyguyu tetiklemek için yeterlidir. Ve bu kişiye yaklaştıkça duygularımız derinleşir.”
Lise kıpırdamıyordu. Hahn’ın yüzüne bakmasa da keyfinin yerinde olduğunu hissedebiliyordu.
“Yani ben sana karşı haset duyuyorum, öyle mi?” dedi en sonunda. “Ödül yüzünden?”
“Evet, ödül yüzünden. Şöhretim, verdiğim röportajlar yüzünden. İnsanların bana gösterdiği nezaket...”

“Sadece bunlar mı?”
“Haset, kaybedenlerin kazananlara verdiği tepkidir.”
Bu defa Lise gözlerini Hahn’a dikti. Söylediklerinde ciddi miydi? Sonra bir kahkaha attı. Onun ne kadar narin bir kadın olduğunu bilenleri şaşırtacak bir kahkahaydı.
“Ağzından çıkanları duyuyor musun sen?” dedi iki nefesinin arasında. “Burada gerçekten bir kazanan ve bir kaybeden olduğuna mı inanıyorsun?”
“Elbette,” diye ekledi Hahn. “Bugün herkesin dilinde benim adım olacak, seninki değil.”
Bu cevap Lise’e bir kamçı gibi çarpıp onu serseme çevirmişti. Artık kahkaha atmıyordu. Evet, eski dostunun söylediği bu gerçek dayanılmaz bir biçimde canını yakmıştı. Bu haksızlıktı. Lise bir süre kayıtsız davranmaya çalıştı, ama sonunda pes etti. İçinde çok şiddetli, yoğun bir acı duyuyordu. Bugün törende hiç kimse ondan bahsetmeyecekti. Yarın gazetelerde de.
Hahn’ın konuşmaya başladığını duydu, ama söylediği kelimeler zihninde anlamlı cümlelere dönüşmüyordu. Sadece dalgın bir şekilde başını sallamakla yetindi.
Yine de bu ödüle layık görülme ihtimali onu rahatlatıyordu. Üzerinde ışıldayan bir elbiseyle, Hahn’ın koluna girip kürsüye çıkmak, onunla birlikte bu zaferi paylaşmak çok hoşuna giderdi.
Ama onun kaderi bu değildi. 
Kasım 1945’te, yani aşağı yukarı bir yıl önce, Hahn’ın ödül alacağını duyduğunda Lise gerçekten sevinmişti. 

Hahn o sırada Heisenberg ve diğerleriyle birlikte Farm Hall’da müttefik kuvvetlerin gözetimi altındaydı. Ona mektup yazmayı düşünmüştü ama içinde birden bir acı hissetmişti. Hiç dinmeyen ve iyileşmeyen bu derin acı, boğazından başlayarak nefes almasına engel oluyordu. Komite, bu ödülü sadece Hahn’a vererek geçmişi ve gerçeği hiçe saymıştı.
Lise birkaç ay geçmesini bekledi. Sonra bir sabah birdenbire her şeyin farkına vardı. Yeryüzünde yarasını iyileştirebilecek tek kişi Hahn’dı. Onun yanına gitmeli, gerçeğin tamamen ortaya çıkması için onunla bir iki saat geçirmeliydi. Bu sabah tramvaya binip Norrmalmstorg’daki istasyonda indikten sonra onun yanına, Stockholm’deki Grand Hotel’in 301 numaralı süitine gelmek için karda beş yüz metre yürümesinin sebebi de buydu.
“Ne diyorsun?” diye sordu. Sanki birdenbire bilincini yeniden kazanmış gibiydi.
“İçeri girdiğinden beri, –ki davet edilmediğini hatırlatmak isterim– yaptığın tek şey, beni suçlayıp hakkımda kötü şeyler söylemek. İzin verirsen bazı noktaları açıklığa kavuşturmak istiyorum.”
Hâlâ kendine gelemeyen Lise sessiz kaldı.
“Belli ki her şeyi önceden planlamışsın. Birbirimizi son görüşümüzün üzerinden sekiz yıl geçmiş olmasına rağmen buraya gelirken 1918’de yazılmış bir makaleyi çantana koymuşsun. Kusura bakma Lise ama bu çok bayağı bir hareket.”

Lise cevap vermek için ağzını açtı, ama Hahn konuşmasına fırsat vermedi.
“Bu sabah seni gördüğümde burada olmandan mutluluk duydum, inan bana. Hatta birkaç dakika önce Edith’le senden bahsetmiştik. Seni yeniden görmek istediğimizi söylemiştik... Ve işte burada, karşımdasın ama savaş bizi ayırmışken, fanatik bir rejim seni ülkeden kaçmaya mecbur bırakmışken sen çıkıp benim konuşmamı yakıyorsun. Üstelik bu konuşmanın benim için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun. Sonra dudak büküp bağlamından kopararak saptırdığın birkaç olay anlatıp beni... beni bir fırsatçı gibi gösteriyorsun! Lise, Berlin’e geldiğinde sana kucak açan bendim, hatırlıyor musun? Yalnızdın, hiç arkadaşın yoktu, bütün aileni Viyana’da bırakmıştın. Karşılığında hiçbir şey beklemeden seni kabul ettim. Seninle bir ekip kurmayı kabul ettim. Birlikte çalışacağımız laboratuvarımın anahtarlarını sana verdim. Ve Edith hayatıma girdiğinde seni uzaklaştırmadım. Tam tersine, ailemizin bir parçası oldun. İki günde bir bize yemeğe geliyordun. Benim piyanom senin piyanondu. Hafta sonları ve tatillerde hep yanımızdaydın. Sandığının aksine 1938’de senden kurtulmaya çalışmadım, kaçman için sana yardım ettim. Hayatını kurtardım. O zamanlar atıldığım bütün tehlikelere rağmen bugün olsa bir an bile tereddüt etmeden aynı şeyi yaparım! Gerçekten de çalışmaları sürdürüp tamamlamak için seni kurban ettiğime mi inanıyorsun? Bu doğru değil! Ve sen de bunu çok iyi biliyorsun! Çünkü fisyonun keşfi kimyanın alanına giriyor, fiziğin değil. Sonra çıkıp bana Almanya’nın kazanmasını istediğimi söylüyorsun! Tekrar bu konuya döndüğüm için kusura bakma ama bunu hazmedemiyorum. Böyle bir suçlama senden gelince çok ağır oluyor Lise! Tabii ki başlangıçta hepimiz Hitler’in arkasındaydık. Sana bunun sebeplerini açıkladım. Ama sonra taraf değiştirdik. Biz derken hem Alman halkını hem de bilim insanlarını kastediyorum. Söylesene, Alman halkının soykırımı, gaz odalarını, milyonlarca kişinin ölümünü isteyeceğine bütün kalbinle ve aklınla inanıyor musun? Gerçekten inanıyor musun buna Lise? Ben inanamıyorum ve bunu kabul etmek istemiyorum. Sonuçta 1938’e kadar Berlin’de kaldın. Bu değişikliği görebilmek için çok zamanın vardı? Doğru değil mi?”
Hahn doğruldu. Koltuğa doğru eğildiğini, parmağını tehditkâr bir tavırla misafirine doğru salladığını fark etmişti. Birkaç kez gömleğinin yakasını düzeltti, soluklandı ve puro kutusunu açtı. Kutunun kapağını sert bir şekilde kapatınca Lise yerinden sıçradı.
“Evet,” diye devam etti. “1938’e kadar kaldın... –senin için sakıncası yoksa bu konu hakkında biraz konuşmak istiyorum– 1938 sence de ülkeden ayrılmak için biraz geç değil miydi?”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Lise. Kendini korumak istiyormuş gibi kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi.
“Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nde çalışmaya devam eden tek Yahudi sendin demek istiyorum. Hepsi kaçmıştı. Çoğu 1933’te ülkeden ayrılmıştı.”
“Yani?”
“Geçmişten bahsetmek istiyordun, öyle değil mi? Hatırladığım kadarıyla bu konu üzerinde konuşmuştuk. O dönemde Kaiser Ensitüsü’nü yöneten Max Planck, Born, Haber ve diğerleriyle tartışmıştık. Sana ne demişlerdi? Ben sana ne demiştim? Görüyorum ki cevap vermemeyi tercih ediyorsun. Bence bu gayet doğal. Madem öyle, izin verirsen senin yerine ben cevap vereyim: ‘Kaç Lise. Hâlâ vakit varken Almanya’yı terk et! Londra’ya ya da Paris’e kaç!’ Ama hayır. Sen tereddüt ettin, oyalandın... Haksız mıyım?”
Eski dostu sessiz kalmakta ısrar edince Hahn sakince devam etti.
“Neden Lise? Neden daha önce gitmedin? Bunun tek bir cevabı var: Sen de benim gibisin! Çalışmalarımız her şeyden önce geliyor! Arkadaşlardan, aileden önce. Yaşamdan önce!”

Yorum Gönder

0 Yorumlar