Walter Benjamin - Yalnızlıktan Doğan Masallar



Orada oturuyordu. Bu saatlerde hep orada otururdu ama bu şekilde değil. Normalde kımıldamadan uzaklara bakan adam bugün boş boş kendine bakıyordu. Bu bir fark yaratmış gibi görünmüyordu çünkü burada da bir şey görmüyordu. Gümüş topuzlu maun baston yanında değildi; genellikle yaptığı gibi bankın kenarına iliştirmişti. Onu tuttu, yönlendirdi. Kumda kaydı: O ve ben bir meyve düşündük, L ve ben durduk, Y ve ben utandık; yasak bir şey yaparken yakalanmışım gibi. Şeyleri, okunmayı isteyen biri gibi yazmadığını fark ettim. Aksine, işaretler iç içe geçmişti; sanki her biri metne katılmak istiyordu: MPIA —önceki gibi aynı noktada yan yana— ve ilk işaretler, sonuncular belirirken çoktan ortadan kaybolmuş oluyordu. Daha da yakma geldim. Bu da onun yukarı bakmasını —ya da uyanmasını mı demeliyim— sağlamadı. Benim varlığıma o kadar alışkındı ki. "Yine hesap yapıyorsun değil mi?” diye sordum onu izlediğimi belli etmeden. Hiç yapmadığı yolculuğu Semerkant ya da Izlanda kadar uzak bir yere yapmak için kafasında hayali bütçeler yapıp durduğunu biliyordum. Ülkeden hiç ayrılmış mıydı? Adını dalgın dalgın kuma karaladığı çılgın, söylendiği kadar aşağılık ve aslında utanılacak genç sevgilisi Olympia'nın hatırasından kaçmak için yaptığı gizli yolculuk haricinde elbette.
Sokağımı düşünüyorum ya da istersen seni; ikisi de aynı. Senin bir kelimenin, daha öncesinde ya da sonrasında duyduğum herhangi bir kelimeden daha canlı hale geldiği sokak. Tam da bir zamanlar Travemündeş’de söylediğin gibi: Her yolculuk ve macera önünde sonunda bir kadınla ya da en azından bir kadının adıyla ilgili olmalıdır çünkü elden ele geçirmek için kırmızı deneyim ipinin gerektirdiği kavrama budur. Haklıydın. Ama bu sokaktan yukarı doğru yürürken adımlarımın,yankılanan ve terkedilmiş bir sokak arasından gelen bir ses gibi son üç saniyedir bana seslenmesinin ne kadar tuhaf olduğunu ve sebebini henüz idrak edememiştim. Çevredeki binaların, bu güney İtalya şehirlerini ünlü yapan binalarla çok az ortak yönü vardı. Ne yıkık dökük olacak kadar eskilerdi ne de davetkar olacak kadar yeni. Mimarlığın acı çektiği dönemlerden kalma geçici heveslerin bir toplamıydı bu. Kapalı panjurlar gri cephelerin inatçılığını vurguluyordu. Güneyin görkemi deprem desteklerinin ve ara sokaklardaki kemerlerin altına yerleşmiş gölgelere çekilmiş gibiydi.  Attığım her adım görmeye geldiğim her şeyden daha da uzaklaştırıyordu beni. Resim galerisini ve katedrali arkamda bıraktim. Kırmızı tahta kolların görüntüsü -görünüşe göre ve benim de henüz fark ettiğim üzere, sokağın her iki tarafındaki duvarlardan düzenli arkalıklarla çıkmış gibi görünen kollu büyük şamdanlar— yeni bir hayale dalmama neden olsa da yolumu değiştirmek için neredeyse hiç gücüm yoktu. Tam olarak hayale dalmaktan söz ediyorum çünkü yoksul olmalarına rağmen elektriği ve suyu olan bu dağ şehrinde böylesi antik aydınlatma formlarından izlerin nasıl kalabildiğini anlayamıyordum ve hatta anlamaya dahi çalışmadım. Birkaç adım ötede yeni yıkanmış şallara, perdelere, eşarplara ve kilimlere rastlamak bana bu yüzden çok mantıklı geldi. Civardaki evlerin kirli pencerelerinde asılı olan birkaç buruşuk kağıt fener; acınası, saçma ev işi görüntüsünü tamamlıyordu. Şehre farklı bir güzergâhtan nasıl döneceğimi birine sormak istedim. Bu sokaktan bıkmıştım.

Yorum Gönder

0 Yorumlar