Anna Freud, istemeden olan altıncı çocuk, Viyana’nın soğuk bir kış gününde, tüm boşlukların çoktan dolduğu bir dünyaya gözlerini açmıştı. Doğduğu apartman dairesi fazla küçük sayılmazdı ama diğer beş kardeşinin üstüne bir de Anna’nın bakıcısı, Sigmund ve çalışmaları, annesi Martha ve onun kardeşi Minna da bulunuyordu. Bir yıl önce Martha seyahat işleri ve kocasının çalışmalarıyla ilgilenirken bu işleri şimdi Minna üstlenmişti. Freud’un çalışma arkadaşlarını oyalıyor, teorilerini tartışıyor, Avrupa’da bir araya gelmeye başlayan çeşitli psikanaliz gruplarını ziyaret ettikleri seyahatlere katılıyordu. Martha da bu sırada çocukların bakımına odaklanıyor ve evin günlük işleriyle ilgileniyordu. Bazen kardeşlerin her biri, yarım bir eş gibi olurdu; birinin varlığı, diğerinin kısmen geri çekilmesi anlamına gelirdi.
Sonraları, Anna’nın psikanalizle doğum gününü paylaşması, Freud’un en sevdiği gözlem olacaktı; hayatı boyunca yaptığı çalışmayı sergileyen ikizler... O zamanlar kızı, Freud’un Anna Antigone’uydu; babasının himayesi ve desteği, iyi yüzü, bir de kızın ona olan mutlak sadakati, hem Freud hem de çalışmaları için kalıtım mirasıyla ve bir solukta telaffuz edilen adlarıyla ödüllendirilecekti; Sigmund ve Anna, tek bir hitap gibi beraber çınlayan iki isim. Efsaneleştirmekte hep nokta atışı yaparak bazen Anna’yı –genç, güçlü ve diğer tüm adaylar işe yaramaz çıkarken inançlı olan kızını– Lear’ın Cordelia’sı olarak düşler, o zaman da elleri yavaşça çöken çenesinin arkasına saklandığı sakalına giderdi. Ne ki tarihlerdeki bu rastlantının ikisi için de bir şey ifade etmemesi, Anna’nın çocukluk yıllarının başında Freud’un, aile hayatının altüst olduğu o ikinci kattaki apartman dairesinde bulunmayışıydı. Fiziksel olmasa da zihinsel bir eksiklikti bu, zamanla Freud’un da kabul edeceği bir durum. Bunu mazur göstermek için de bu tür ilhamların, insanın hayatında yalnızca bir defaya mahsus geldiğini, hatta bunun bile kesin olmadığını ileri sürmüştü. Sonunda Rüyaların Yorumu derlemesi ve uyanışıyla beraber gelen yoğun çalışma döneminin sonu, Freud’a ailesiyle birlikte geçirebileceği daha çok vakit tanıdı. Ancak o zaman bile Anna, kendini hiç olmadığı kadar yalnız bırakılmış hissetti. Babasının, diğer kardeşlerini götürdüğü şehir yürüyüşlerinde veya gölde yaptıkları tekne seyahatlerinde onlara eşlik etmek için çok küçüktü. Anna da göz ardı edildiği hissine kapılmıştı ve çocukluk deneyimini ifade eden sevgi için bir ön koşul gibi görünen o ilgiyi geri kazanmak adına çok çabaladı. O doğduğu vakit, ailedeki roller çoktan dağıtılmış, abla ve abileri arasında paylaştırılmıştı; Anna’ya da onları taklit etmekten başka bir şey kalmamıştı. Abisi Oliver kıvrak bir çocuktu, zeki ve kendinden emindi; bu nedenle başlarda babası, onu çırağı olarak görüyordu. Ancak yetişkinliğe geçerken babasının saplantılı semptomlar olarak nitelendirdiği birtakım belirtiler göstermeye başlamıştı. Freud, Max Eitingon’a Oliver’dan pişmanlık içinde “benim gururum ve gizli umudum” diye bahsetmiş, bir psikanalist olarak oğlunun başarılı bir mühendis haline geldiğini görememişti. En sonunda Oliver, babasının ısrarları üzerine birtakım analizden geçti, oysa ancak araya girecek bir mesafe onu rahatlatabilirdi: Freud’un diğer tüm çocukları içinde babasından en çok uzaklaşanı Oliver olmuştu. 1938 yılı, üstlerine kâbus gibi çöktüğünde Viyana’yı bırakıp Londra’ya değil, bu kez Amerika’ya gitmişti. Burada tamamladığı yetişkinlik yolculuğunun huzuru, tek kızı olan Eva’yı savaş sonrası grip salgınından kaybedince sarsılmıştı. Nihayetinde ailemizden bağımsız olmanın bize sağlayabileceği tek kesin şey, yalnız olma hakkıdır.
0 Yorumlar