Hiçbir tarih kitabının yazmayacağı bir hikâye bu. Buralara tarih uğramaz. Zaman geçmez. Zaman herhangi bir tarihte durmuşçasına yaşanır, kolunuzdaki saate bakın. İlerlemiyor değil mi? Sol kol bileğinin gözlere ya da gözlerin sol kol bileğine devinimi. Sessizce. Tahmini olarak köyün girişinde durmuş saat, saatler. Kasanın siyim siyim içine çeken sessizliği insanların her ânı bir düş olarak görmesindendir. Belki ben de sizlerin düşünde bir hikâye anlatmak üzere olan ancak giriş bölümünün gereksiz olduğu düşünebileceğimiz cümlelerle çevreliyorum, adım adım. Kim bilir? Postacı çok nadir uğrar, biriktirir elindeki mektupları, biriktirir, öyle gelir. Elektrikler çoğunlukla yoktur. Hava ulu bir karanlığa hapsolduğunda sonsuz gökyüzünün altına inşa ettiğimiz kerpiç evlerimizin içerisinde yanmakta olan ateşin karşısında gözlerimizin usulca kapanmasını bekler; dingin, ruha dokunan, huzura yaklaştıran hikâyeler anlatır büyüklerimiz. Dediğim gibi, postacı çok nadir uğrar, kimi zaman bir güvercin soluklanır her gün bir kişisinin nöbet tuttuğu kasaba meydanındaki çeşmenin kenarında. Haberci bir güvercin ise kaçmaz, ayağına bağlanmış kâğıt parçası alınana dek suya bakar, kendi suretini inceler, soluklanır, suda bilmediği çöllerde uçar, üzerinden hiç geçmediği ya da geçemeyeceği sonsuz derinlikli denizlerin hayalini kurar. Kargalarla dolu ormanların arasından süzülen ırmağın sesini duymaya çalışır. Böyle düşlemiştim o haberci güvercini ellerimin arasına alana kadar. Buraları rüzgârdır, buraları yağmurdur; fakat bir haftadır sakin bir sıcaklık kasaba halkını, halk dediysem yüz kişiyi geçmeyecek kadar iki ayaklı canlı. Neyse. Hikâye demiştim.
Bir gün, o yağmur, gök gürültüsü ve sunturlu bir fırtına vardı. Ateş odayı dalga dalga aydınlatmaktaydı. Annem ve babaannem mutfakta o sıra. Ben, dedem ve babamın arasında ayaklarımı ateşin yakamayacağı mesafede tutmuş dedeme ‘Hadi anlat artık,’ diyerek ısrar ediyorum. Gülüştük.
“Bizlerin gidemeyeceği bir yerde, atların özel çiftliklerde, belirli sınırlar dâhilinde üzerlerine binildiği, yolların topraktan ziyade yağmur yağdıktan sonra çamur olmayacak sert bir maddeden yapıldığı, nefes almanın insana zarar verdiği, kuşların sesini duymadıkları, yaprakların rüzgârda çıkardığı hışırtı ile mutlu olmayı hiç bilemeyecekleri, yüksek yapıların arasında kendi kendilerini esir ettikleri fakat bunun farkına varamadıkları, göletlerin birer süsten ibaret olduğu, hayvanların kafeslerde birer gösteri malzemesi olarak bekletildiği bir yerde, babaevinde yaşamaya başlamış bir adam, o yaşam alanı dedikleri yerde, tesadüfen yaşayan büyükçe bir incir ağacının altında uyuyakalmış. Düşünde bir ses ona ‘Aradığın yollarda,’ demiş.
0 Yorumlar