Yalçın Tosun - Mesafenin Şiddeti


Adam yüzüne bakıldığını hissediyor sanki, gözlerini açıyor. Karısının gözleri tam da yüzünün merkezini hedef almış evet, ama kendisini görüyor mu, emin olamıyor. Mora çalmış kadının dudakları, gözleri cam misali donuk. Çok üşüyen kadınlardan o da. Adamın annesi de böyleydi, üşümediği bir an bile olmazdı. Babası bunu zayıflık olarak görür -neyi zayıflık olarak görmezdi ki zaten- hep dalga geçerdi annesiyle. Uzun kış günlerinde evin içinde mavi süet mantosuyla hayalet misali dolaşan annesinden karısına atlıyor düşünceleri. Onun yaz akşamları herkes kolsuz tişörtlerle gezerken uzun kollu hırka ve kapalı ayakkabılarla dolaştığı tatiller geliyor gözünün önüne. “Nasıl da sevimli olurdu öyle üşüyüp dururken...”
Bir an içi ısınıyor, gülümseyecek gibi oluyor, sonra yatağın her yerine özenle ve elbirliğiyle serptikleri dikenler her tarafına batarak engelliyorlar onu.
“Isıtıcı mı? Üşüyor musun yine?” Adamın sesi kayıtsızlığını vurgulamak istercesine hesaplanmış bir tonda, heyecansız ve ölgünce yayılıyor odanın içine. “Ben hep üşürüm biliyorsun, konu o değil.”
Karısına “Konu ne o zaman, Allah’ın cezası, konu ne!” diye bağırmak istiyor ama bunu zihninde ucuz bir filmin bayat bir sahnesiyle birleştiriyor anında ve yine gözlerini yumuyor. Çünkü karısının başka birini sevdiğini biliyor. Bir süredir. Kadın kendi söyledi bunu. Tatillerinin son akşamında. Oğlanı uyutup balkonda sigara kaçamağı yaptıkları sırada. Belki tam olarak “seviyorum onu” demedi ama bu sevmediğini de ispatlamıyordu elbette.
“Seni hâlâ seviyorum, senden ayrılmayı falan da düşünmüyorum ama böyle bir durum var ve bunu senden gizleyemezdim.” Evet, tam olarak bu sözleri söylemişti kadın. Adam karısının bunları söylerkenki dürüstlüğünü ve cesaretini takdir edecek noktaya gelmedi henüz. O yüzden içi içini yiyor. İlk başta bunun gerçek olduğuna inanamıyor -ah bu kendimize ve karşımızdakine zaman zaman duyduğumuz o abartılı güven- ancak bir süre geçtikten sonra biraz da olsa sindirebiliyor bu bilgiyi. Hem, içine düştüğü bu zavallı duruma kendi davranışlarının ne kadar neden olduğunu anlayabilecek bir mesafeden bakmayı biliyor artık ilişkisine. Karısını yıllar içinde gelgitli, güvensiz, sıkıntılı halleriyle kendinden nasıl uzaklaştırdığını, bilerek ya da bilmeden ördüğü duvarları ve bu yüzden -ve kim bilir başka hangi nedenlerden- ona ne kadar acı çektirdiğini görebiliyor. Aslında tüm bunlardaki payı, içinde bulunduğu durumu daha da zorlaştırıyor ve duyduğu yoğun pişmanlıkla öfke birbirine karışarak içini kemirip duruyor.
O yüzden son zamanlarda pek uyuyamasa da evde olduğu süreler boyunca yataktan pek çıkmamayı tercih ediyor. Oğlu da alıştı buna ve evdeki gerilimin farkında. Babasına pek yaklaşmamaya çalışıyor. Onun hemen parlayıp sonra sönen o patlamalarına maruz kalmak istemiyor çünkü. Adam da istemiyor artık bunu, çünkü daha geçenlerde yine haksız yere bağırdığı oğlanın nemli gözlerindeki o dik, o acı bakışı ve arkasından gelen sözleri aklından hiç çıkmıyor: “Baba, senden nefret etmekten nefret ediyorum.”
Kadın saçlarını taramayı bitiriyor ve ışığı kapatarak yatağa uzanıyor. Yorganı çenesine kadar çekip sıkı sıkı örtünüyor. Ayakları buz kesmiş, eskiden yaptığı gibi kocasının her daim sıcacık olan ayaklarına sürtmek istiyor ama yapamıyor. Bir süredir.Çünkü o sıcaklık artık aynı sıcaklık değil ve o bunu biliyor. Ve adamın uyumadığını da. Evet uyumuyor adam ve karısının ne düşündüğünü merak ediyor. Ama sormuyor, çünkü sorulmaz. Onu düşünüyorsa bile söylemez ki. (Kendisi başkalarını düşündüğünü karısına hiç söyledi mi sanki.) Bu yüzden gözleri hep kadında, çaktırmadan yüzündeki anlam geçişlerini izliyor. Böylece bir yere varacak, aklınca. Ama bu niyet okumaları işleri daha da kötü bir hale getirmekten başka bir işe yaramıyor. İçini kemiren o kunduz, sinsilikte sınır tanımıyor.


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar