Bunları düşünüyor, boyuna yürüyordum; derken müthiş yoruldum. Saklanmak ister gibi, ormanın en sık yerini seçmiştim: Şimdi bir söğüt fidanlığı vardı önümde; yüzükoyun sürünüp tâ içerlere dalmak, rahat sakin orada oturmak istiyordum. Sanki hatırlatmışlardı bana, sanki bu âciz halimde kendisine bir yardımda bulunayım diye Tanrı çekmişti beni buraya.
Süründüğüm yerde, hayvanlar açmış gibi, dar bir yol var. Yolun bitiminde küçücük, yuvarlak bir alan çıkıyor karşıma; ortasında bir su birikintisi. Şaşırmış, doğruluyor, çevreme bakınıyorum; alan da bana bakıyor. Hiç böyle minik ve yuvarlak bir yer-de durmamıştım; sanki bu suda bir yaratık yaşıyordu da şimdi havada kaybolup gitmiş, barınağını da beraber götürmüştü.
İlk şaşkınlığım geçince, oranın o ölüm sessizliği içinde, gönlümde bir ferahlık duymaya başlıyorum. Yukardan, sanki bir delikten, ışık vuruyor. Kimse göremez beni; ancak havadan bakarsa görebilir. Ne hoş burası! diye düşünüyorum. Minik göl öyle sığ ki, ona karşı dost ve alçak gönüllü olabilmek için, yere çöküyor, oturuyorum. Sivrisinekler var; bir sineğin biraz uzakta raksa başlayarak düzenli hesaplı, öbür sineklerin dansına katılmasını gözlüyorum. Su birikintisinin üstü ince bir zar gibi; sivrisinekler suya değiyor, fakat ıslanmıyorlar. Kınkanatlılar ve başka böcekler hiçbir iz bırakmadan uçuşuyor su yüzünde. Küçük, hamarat bir örümcek dallar arasındaki ağında dinleniyor.
Üzüntümü, kırılmış onurumu unutuyorum; burası öyle hoş ki! Burada ne sağ var, ne sol; yalnız tek çevre; işte söğütler, işte çayır toprağı. Eski ve dar bir yer burası. Bir ömürden öbürüne miras kalmış barınaklar var. Burada da oturuyor, vakti geçiriyorum ama, hiçbir şey arkamdan yetişip geçmiyor beni. Burada saat diye bir şey yok; varsa yoksa sık söğütlerle çevrili, değirmi bir gölcük işte!
Sırt üstü yatıp uyumak istiyorum; fakat birden kendimi tutuyor, niyetimden vaz geçiyorum: Örümcek kımıldamaya başlıyor, evet evet, yağmur bekliyor besbelli. Aynı anda gölcüğün sivrisineklerden arındığını, su yüzünün menevişlendiğini fark ediyorum. Çevreme bakınıyorum, içimi garip bir tedirginlik kaplıyor; anlıyorum ki, gölcüğün karşı yakasına kısa bir süre önce birileri gelmiş olmalı. Küçük bir yer açılmak istenmiş gibi, kesilmiş birkaç söğüt var orda. Kesitler daha yeni; bugün olmuş bu iş. Gölcüğün üzerinden atlıyorum; toprak sıkı, fakat biraz esniyor. Bakışlarım kesitlere gidiyor, garip bir heyecan içinde ağaçların acemi bir sol el tarafından kesilmiş olduklarını görüyorum. Beni bu kadar dikkatli yapan yakınlarda dinlediğim bir olay, bir hikâye her halde. Yerden yongalarını aldım, evirip çevirdim, haklı olduğum kanısına vardım. Neden, neden kesilmişti bu söğütler? Sonra kesiliş biçimlerindeki bu esrar neydi? Bakışlarım daha uzun bir süre bu söğüt duvarına dikili kalıyor; derken soğuk ürpermeler geçiyor sırtımdan: Hemen önümde bir taş heykel durmakta; eski bir tanrı.
Ah, öyle küçük, öyle esrarlı bir şey ki! Omuz başlarından sonrası, kolları yok; yüzünde de göz yerine yalnız kaba oyuklar, burun ve ağız. İki bacak, kabaca kazılmış, ayırıcı bir çizgiyle belirtilmiş sade ve ayaklar hiç yok. Dik durabilmesi için, heykelin taşlarla desteklenmesi gerekiyor.
Önce, Tanrının bu akşam bana yaptırmak istediği iş bu, diye düşündüm: Bu küçük tapınmalığı devirmem, göle atmam isteniyordu. Fakat elim, bu işi yapmaya davranınca kuvvetten kesiliverdi, şaşılacak bir halsizlik içinde kaldı. Elime baktım; ne olabilirdi? Sanki solmuş, pörsümüştü derisi. Dehşet içinde, bakışlarımı elimden kaldırdım, küçük taş adama çevirdim. Ah, bu zavallıcığın karşısında âciz kalmak, yüce Tanrıyı küçültmek oluyordu. Tıpkı çok zaman önce büyükmüş de şimdi gene çocukluğuna dönmüş gibiydi heykel; bir hiçti; çevresinde destek taşlar içleri boşalmış, buruşmuş gibiydiler sanki. Heykelciğe öbür elimi uzatmak istiyorum, ama elim aşağı sarkıyor, tekrar aynı şey: sol elimin derisi de soluyor, pörsüyor âdeta. Birden, su birikintisinin üzerinden atlıyor, sürünerek söğütlükten çıkıyorum. Gökten iri yağmur damlaları düşüyor.
0 Yorumlar