Makbule Aras Eivazi - Gece Trenleri


Uyku beyazdı, dokunmasız bir beyaz. Gecenin değirmeninde öğütülüyordu. O huzurlu beyazlığa kavuşmak için can atıyordum karanlıklarda, çocukluğumun gecelerinde. Tatlı uykularım ilk ne zaman bölündü, bilmem; ama altı yedi yaşlarında geceleri, göğsüme ağırlaşan taşı hatırlarım, ölüm üzerine düşünmenin taşını. O taş ki beni sonsuzluk denen bilinmez âlemin ağır karanlığıyla tanıştırdı, nefesimi kesti durdu. Pencereden odaya sokulan gecenin kara deliğine çekiliyordum, karanlığın girdabı yutuyordu beni. Uyku neredeydi?!
 Çocukluğumun geceleri boyunca hem bazen, hem hepti bu ölüm taşı. Çünkü çocukken biz aynı anda hem bazen, hem hepizdir. Zihnimde uyku kelimesi çocukluğumla yan yana geldiğinde o girdaplı karanlık sızmaya başlar belleğime, bir kısa film gibi ekranına yansır zihnimin. Demek ki büyüyünce de insan ya hep ya bazen olamıyormuş. Ben o zihnimdeki çocuğa bakıp dururken orada bedenime yabancılaşır, ben'imin olduğu gibi kalışına şaşarım
İnsan kendi çocukluğuna duyar en çok şefkati, çünkü çocukluğumuz hiç doyunca şefkatlenmemiştir. İşte orada çocukluğum, yatakta gecenin karanlığına sarılı, göğsünde o ağır taş, nefesi ince, esmer, beyaz; basbayağı görüyorum, hiçbir şeyin hiçbir yere gittiği yok. Nasıl da sımsıkı yumulu gözlerim, nasıl da terli avuçlarım. İnsan o an yıllar sonra kendinden bir yoldaşı olacağını bilemiyor. Bilse belki o kadar titremez karanlıkta, bilse belki o taşın ağırlığı azalayazar. Ama bütün meselemiz bilmek olamaz, insan sezgiden hiçbir vakit şaşmamalıdır yolunu. Değil mi ki sezgi, bilginin hikmetle döllenmişidir. Ve ona ulaşmak içindir bütün çektiğimiz ağırlıklar, yürüdüğümüz yollar.
Sonraları, çocukluğumda içimde yükselen boğum boğum korkuyu yine duydum, bazen, hep. Bu korkuyu her hatırladığımda ve her yeniden yaşadığımda garip bir zevk de duymaya başladım. Hiç yaşamamış gibi ölüp gitmekten daha dehşet verici ne olabilirdi?! Yüzünün, sesinin, sözcüklerinin, matarandaki dudak izlerinin bu dünyayı terk edip gidivermesi, gölgenin taşlardan süzülüp sırlı bir karanlığa akması nasıl korkutmaz insanı? Gelgelelim bu korkunun tam kalbinin ortasında bir kara nokta vardı ki yok olmanın hazzıyla korlanıyordu! Hayat bütün karanlıkların da kalbinde atıyordu demek ki! Ve sonlu olmak sonsuz olmaktan daha az korkutucuydu!
Yıllar sona Köln’de roller coaster denen o uçurumlu trene bindiğimde çocukluğumun bitmek bilmez gecelerinde göğsüme oturan korkuyu ve aynı anda damarlarıma yayılan dehşetli heyecanın hazzını gündüz gözüyle de yaşadım.
Uykunun yumuşaklığı benden uzaklaştıkça ölümün sertliğiyle kuşatılıyordum. Işığı doğuranın karanlık olduğunu henüz anlamamıştım. Geceler fazla uzun, fazla siyahtı. O siyahlıkta gidip gelip kızgın bir sobaya elimi uzatmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Uzak durmaya çalıştığım o düşüncenin esiri oluyordum gecelerde. Yok oluş, hiç yaşamamışçasına ölüp gitmek, çıldırtıcı bir korku yayıyordu ruhuma ve o korkunun altında gizli bir haz olduğunu anlamam için yılların geçmesi gerekiyordu. Ölüme yaklaşmanın bir hazzı olduğunu insan ya tesadüfen anlıyor ya da hiç anlayamıyordu.


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar