Sanırım ben döndüğümde seni odamda bulmuştum. Kilit, bir çakı ya da firkete ile açılabiliyordu. Şubat ayındaydık. Küçük odun sobası sönmüş olduğundan yatağa girmek ısınmanın tek yoluydu. Belirgin olarak aklımda kalan anılarım, seni ne kadar çok sevdiğimi, birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi söylüyordu.
Sonraki üç ay boyunca, evlenmeyi düşündük. Benim ilkesel, ideolojik itirazlarım vardı. Evliliğe bir burjuva kurumu olarak bakıyor, aşk söz konusu olduğuna göre iki insanı en az toplumsal olan bir alanda birleştirmesi gereken bir ilişkiyi toplumsallaştırdığını ve hukuken düzenlendiğini düşünüyordum. Hukuki bağ, çiftlerin duygularını ve deneyiminden bağımsızlaşma eğilimine, hatta görevine sahipti. Bir de şöyle diyordum: “On ya da yirmi yıl sonra, hayat boyu sözleşmemizin, dönüşeceğimiz kişilerin arzusuna denk düşeceğini bize ne garanti verebilir?”
Senin cevabınsa kaçınılmazdı: “Eğer biriyle tüm bir hayat için birleşiyorsan, hayatlarınızı paylaşır ve evliliğinizi parçalayan ya da bozan şeyi yapmayı aklınızdan silebilirsiniz. Kendinizden bir çift yaratmak ortak tasarınızdır, değişen koşullara göre onu tekrar yönlendirmekten, uyarlamaktan, desteklemekten asla vazgeçemezsiniz. Birlikte ya Birlikte yapacağımız şey neyse o olacağız.” Bu düşünceler aşağı yukarı Sartre’ın düşünceleriydi.
Mayıs ayında, ilkesel olarak bir karara varabilmiştik. Bu kararı anneme iletip, gerekli belgeleri bize yollamasını rica ettim. Senin ve benim, bizim, uyuşmaz karakterlerde olduğumuzu ortaya koyan bir bilirkişi raporu cevap verdi bana. 8 Mayıs’ı hatırlıyorum. Annemin Lozan’a geldiği gün. Saat dörtte seninle birlikte oteline gidip onu görmeye karar vermiştim.
Ben anneme haber vermeye gittiğimde sen otelin salonunda oturuyordun. Annem elinde bir kitapla yatağa uzanmıştı. “Dorine’le birlikte geldim,” dedim. “Seni onunla tanıştırmak istiyorum.” “Dorine kim?” diye sordu annem. “Onunla ne işim olabilir?” “Biz evleneceğiz.” Annemin öfkeden gözü dönmüştü. Bu evliliğin neden söz konusu olamayacağını bir bir sayıp döktü. “Seni aşağıda bekliyorum.” dedim. “Onu görmek istemiyor musun?” “Hayır.” “Öyleyse ben gidiyorum.”
“Gel, gidiyoruz,” dedim sana. “Seni görmek istemiyor.” Eşyalarını toplayacak zamanı ancak bulmuştun ki annem, yüce hanımefendi, merdivenlerde göründü. Bir yandan da şöyle haykırıyordu: “Dorine, canım, nihayet seninle tanıştığım için çok memnunum!” Senin büyük rahatlığın, onun göstermelik kibarlığı: Oğluna verdiği eğitimle böbürlenen bu yüce kadının önünde seninle nasıl da gurur duydum! Annem için evliliğimize kesin engel teşkil eden para sorunlarına senin için küçümseyici yaklaşımın beni nasıl da gururlandırıyordu.
Artık her şey çok basit bir hale gelebilirdi. Yeryüzünün en ışıltılı kadını hayatını benimle paylaşmaya hazırdı. Benin hiç katılmamış olduğum “yüksek sosyete”ye davet edilmiştin; arkadaşlarım bana imreniyorlardı, biz el ele yürürken erkekler dönüp sana bakıyordu. Neden bu meteliksiz Austrian Jew’u seçmiştin? Kâğıt üstünde, aşkın, iki insanın sahip olduğu, en az açıklanabilen, en az toplumsallaşabilen ve toplumun onlara dayattığı kendileriyle ilgili imge ve rollere, kültürel aidiyetlere uymayan şey kapsamında karşılıklı büyülenmesi olduğunu -işin içine Hero ve Leandros’u, Tristan ve Iseut’yü, Romeo ve Juliet’i katarak- gösterebilirdim. Başlangıçta, neredeyse her şeyi paylaşabilirdik çünkü neredeyse hiçbir şeyimiz yoktu. Tüm geleceğin önümüzde açılması için, yaşadığım şeyi yaşamaya, her şeyden çok senin bakışını, sesini, kokunu, incecik parmaklarını, bedenini kullanma biçimine sevmeye rıza göstermem yeterliydi.
0 Yorumlar