Jorge Semprún - Hoşça Kal Güzel Aydınlık




 Bin yıl yaşasam bunca anım olmazdı...


    Kuşkusuz bir perşembe öğleden sonra ya da bir pazar günü, yatılıların okuldan çıktığı günler. Saint-Michel Bulvarı’nda ancak bir pazar ya da perşembe günü öğleden sonra bulunabilirdim. Haftanın kalan günleri Henri IV Lisesi’nin duvarları arasında geçiyordu. Yağmur yağıyordu, bardaktan boşanırcasına. Racine Sokağı’nın başındaki bir sinemanın sundurmasına sığınmıştım: Beni saran yoğun ve ılık havada sanki hissedilmez, uçuşkan damlacıklar vardı.    

    Bir dizeyi anımsadım. Yetişkinliğe geçiş döneminde, o bahar ya da yaz aylarında Baudelaire’in herhangi bir dizesi aklıma gelebilirdi. Baudelaire’nin dizelerini anımsamak için her fırsat, her yer elverişliydi.

    Birkaç ay önce La Haye’de Jean-Marie Soutou sayesinde Les Fleurs du mal’i keşfetmiştim.

    Dükkânların bulunduğu, merkezde bir sokaktaydı. Dünyanın sorunlarını anlamaya çalıştığımız alışıldık uzun yürüyüşlerimizden birinden dönerken.

    Güneşli bir gün. Ağaçlar altında gölgedeyiz, masmavi bir gök. Plein 1813’e gelirken merkezde bir sokak. İki kadın aynı kaldırımda bize doğru yürüyordu. Yapılı, boylu poslu, gösterişli bir zarafet, yüksek sesle konuşuyorlardı; uzaktan duyuluyordu. Yürüyüşleri görkemliydi, hem yavaş hem de uyumlu.

    Jean-Marie Soutou bunun üzerine Baudelaire’den birkaç dize mırıldandı.

    Geniş eteklerinle havayı savurarak geçtiğinde / Denize açılan güzel bir gemi gibisin. / Yelkenleri şişmiş ve süzülen / Tatlı ve tembel ve yavaşça...

    Kuşkusuz bu dizelerin Baudelaire’e ait olduğunu bilmiyordum. Ancak daha sonra, dizelerin sonunda yapılan yorumlardan sonra şairin adını öğrendim. Çok daha sonraları, bu dizeler de okunduktan sonra, başka dizeler gibi, belleğimde yer etti. Soutou’nun bana armağan ettiği ya da ödünç verdiği Fleurs du mal’den bu dizeleri tekrar okuyordum. Bu dizeler benden hiç ayrılmıyordu.

    Gölgelik Lange Voorhout Caddesi üstünde sık sık gidip kitapları karıştırdığım Martinus Nijhoff kitapçısında kısa bir süre sonra Baudelaire’in şiirlerinin yeni çıkan bir basımını buldum. Deri cildi, ince kâğıt üstüne güzel bir yazıyla yeni bir dizinin, Pleide dizisinin ilk kitabıydı.

    Minnet ve suç ortaklığı duygularımın -geçen tüm bir yaşamdan sonra hâlâ beslediğim ve yalnızca Charles Baudelaire’den ötürü olmayan duygularımın- göstergesi olarak bu kitabı almak ve Jean-Marie Soutou’ya armağan etmek için cep harçlığımdan biriktirdiğim paralara üvey annemin tuvalet masasından aşırdığım birkaç gümüş lirayı da eklemek zorundaydım.

    Analık mı demek gerek, hangi sözcük daha uygun bilemiyorum. Susana Maura’nın ölümünden sonra babamın evlendiği ikinci karısı. Bu kadın son Alman dadımızdı. İsviçre’nin Alman bölgesinden, daha doğrusu Zürih Gölü üstündeki Wadenswill Köyü’ndendi.

    Daha sonraları beyaz gezinti gemilerinden birinde, sahte bir adla Prag uçağına binmeden önce, vakit geçirmek ve izimi kaybettirmek için gölde dolaştığımda kimi zaman Wadenswill’e yanaşıyorduk. Gölde yapılan gezintinin duraklarından biriydi. O zamanlar Troçki’nin yoldaşı olan ve 1917’de Alman imparatorluk yetkilileri adına Lenin’in zırhlı bir trenle Almanya’yı kat etmesini sağlayan Parvus’yü anımsıyordum: Petrograd’a doğru yol alışı ve Bolşevikler’in zaferi. Yüzyılın belki de en romansı yaşamlarından birinin sonunda Parvus gelip bu sakin köyde öldü.

    Son Frauleinımız ve üvey annemiz ya da analığımız olan Anita L.’yi anımsıyorum. Erkek kardeşlerin küçük olanları Carlos ve Francisko -tarihsel felaket sonucu aile çevresinden kurtulan- ağabeylerinden çok daha uzun bir süre İsviçrelinin (keyfimiz yerinde olduğu ve hoşgörü gösterdiğimiz günlerde böyle diyorduk, diğer günlerde ise en azından General Aupick diye adlandırıyorduk.) dar kafalı otoritesine boyun eğmek zorunda kaldıklarından daha çok analık diyorlardı.

    Her neyse, Anita L.’nin tuvalet masasının bir çekmecesine madeni para koyduğunu biliyordum. Her zaman aşırılacak birkaç gümüş lira bulunuyordu. Armağanı alabilecek parayı biriktirinceye dek dikkatlice -eksikliği fark edilebilecek iri beş guldenlerden hiç almazdım- para aşırdım.

    Bu hırsızlıktan hiç pişmanlık, suçluluk duygusu duymadım.

    Charles Baudelaire, Jean-Marie Soutou ve Pleiade dizisinin ilk cildi burjuva ahlakına aykırı bu davranışa, mülkiyet hakkına tecavüze değerdi.

Yorum Gönder

0 Yorumlar