Bundan 50 yıl önce İstanbul bugünkünden farklıydı. 1955 sayımına göre bütün İstanbul vilayeti ancak 1,5 milyona yaklaşan bir nüfusa sahipti. Bununla birlikte İstanbullular, Anadolu’dan gelen nüfus akımından şikâyet ediyordu. Şikâyet edilen nüfus ise büyük ölçüde ailelerini bırakarak gelen amele, geçici işlerle uğraşan bekâr nüfustu.
Aileler halindeki akım sonraki yılların gerçeğidir. Gecekondu henüz surların dışında Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Haliç’ten sonra Silahtarağa gibi yerlere mahsustur. Taşlıtarla yani bugünkü Gaziosmanpaşa, Balkan göçmenlerinin semti olarak yeni doğuyordu. Semt halkı hayatından hiç memnun değildi. İstanbul boştu. Suriçi ve Üsküdar dışında seyrek yerleşimli bir alandı ve İstanbullular yaşadıkları şanlı şerefli dramatik tarihe rağmen imparatorluk başkentinin adet ve çizgilerini henüz koruyan bir kitleydi.
İstanbul’da yaşam zordu; dar sokak ve caddelerden geçen tramvayla karada, bildiğimiz şehir hatları vapurlarıyla denizde ulaşım sağlanırdı. İstanbul temiz ve düzenli bir şehir değildi, su sorunu vardı ama çok güzeldi, doğal güzellikler ve yaşam her yerde hâkimdi. Salacak’ta, Ortaköy’de denize girilirdi, bu kentin fakiri de zengini de İstanbulluydu; en azından söylentiyle de olsa şehrin büyük eserleri hakkında bilgileri vardı. Hiç değilse “Sinan’ın çıraklık eseri Şehzadebaşı, kalfalık eseri Süleymaniye’dir, ustalığı Edirne’deki Selimiye imiş” derlerdi. Birtakım orta sınıf hatunlar türbelerle birlikte ayazmalara bile ziyarete ve adağa koşuşurdu. Herkes Karadeniz’den akıp gelen balık sürülerinin mevsimini ve adresini bilmese de, bilir görünürdü. Dışarıya karşı eleştirici ve titizlerdi. Eski İstanbul’u da benimsemişlerdi.
Etnik gruplar arasındaki gerilim katiyen dışa vurulmazdı. Dedikodu ve ölçülü bir mizahla her grup birbiri hakkında konuşurdu. Eskinin İstanbul’unda dini-etnik gruplar arasında gerilim veya dışlama yoktu, varsa dahi Batı’nın başkentleriyle kıyaslanamayacak kadar düşük düzeydeydi. Toplumun kültürel bütünleşmesi kısmiydi. Bugünün gençliği gibi aksansız Türkçe konuşulduğunu söylemek zordu. Rumca çok konuşulurdu. Helenlerin nüfusu yaklaşık 100 bin kadardı. Yine Ermenice, Judeo-Espanyol dediğimiz Yahudi İspanyolcası, İtalyanca hatta Protestan azınlığın konuştuğu Almanca ve tabii Levantenlerin Fransızcası çarşı pazarda duyduğumuz dillerdendi. İstanbul kalabalık bir gayrimüslim nüfusa sahipti.
Görünüşte fırtına kopartacak bir gerilim ve çatışma yoktu. Komşuluk ilişkileri sıcaktı. Yüz yüze ilişkide hakaretten kaçınılır, gruplar hakkındaki kanaat dedikoduya bırakılırdı. Ne açık bir anti-semitizm veya anti-Helenizm, ne de cemaatlerin kendi aralarında naklettiği 1915 olayları dışında açık Ermeni veya Türk karşıtı soykırım propagandası vardı. 6-7 Eylül hadiseleri bir katliam değil, bir yağma olarak tarihe geçmiştir. Başlatanlar yağmacı değildi. Hükümetin ilkel bir yaklaşımla bu işi bir politika aracı olarak düşündüğü anlaşılıyor ama işin nereye varacağını hesaplayamadıkları açıktı.
Dahası 1960’dan sonra Yassıada mahkemelerinde bu yüzden yargılanıp mahkûm edilen yönetici ve memurların hangisinin ne kadar sorumlu olduğu da saptanmış değildir. İsim ve cisimle belgelenmeyen bir iddia olarak, olayları başlatan küçük grupların Balkan devletlerinin zulmünden kaçıp gelenler olduğu çok tekrarlanıyor. Tertipçi grup bir müddet sonra arkalarına takılan yağmacıların karaltısından korkup çekilmiş olmalı. Doğrusu Balkan ülkelerinde bu tip olaylar sıkça görülürdü ve hedef kitle oranın Müslümanlarıydı. Ne var ki sırf bu nedenle Balkan tipi küçük ülke şovenizminin Türkiye’ye yakışmayacağı açıktı.
6-7 Eylül’ün fiziki görünündü vitrini kırılan dükkândan bulduğunu götüren sorumsuz serseri bir kalabalıktı. Yağmalanan bakkal dükkânında balık yumurtaları ve havyarı atıp peynir ve helva arayanlar, ayakkabının yanlış tekini alanlar veya pahalı kumaş veya kürkleri götüreceği yerde sokağa atanlar süfli bir manzara oluşturmuştur.
Çaresizlik ve utanç en çok güngörmüş İstanbulluları sardı. Dükkânı yağmalanan berber veya bakkal komşularını sessizce ziyaret ediyorlardı. Güçleri yetenler komşunun tezgâhını yeniden kurmak için para topladılar. Bir kısım esnafın zararı devlet tarafından tazmin edildi; fatura ibraz edemeyenlerinki eksik tazmin edildi. 6-7 Eylül olayları sırasında kan dökülmüş değildir. Ama sokağı kaplayan hava sadece hedef kitle Rumları değil herkesi, Müslüman Türkleri bile dehşete düşürmüştür.
Beyoğlu’nun çehresi değişti, bazılarının zannettiğinin aksine İstanbul asıl 1963’ten sonra Helen nüfusunu göndermiştir. Bununla birlikte 1955 yılı 6-7 Eylül olayları Türkiye’nin dışarıdaki adına çok zararı dokunan, aleyhte abartılan bir propagandayı daima besleyen yüz karası bir tertip ve kontrolsüzlük demektir. Anadolu’daki ve Rumeli’deki bin yıllık Türk hâkimiyetinin tanımadığı, bilmediği bu saçma tertip, imparatorluğun bıraktığı miras üstünde bir lekedir.
0 Yorumlar