Karen Blixen - Yedi Harika Hikâye


Yaşlı dostum bana şu hikâyeyi anlattı:
“1874 kışının yağmurlu bir gecesinde Paris sokaklarından birinde sarhoş bir genç kız yanıma yaklaştı. O zamanlar genç bir delikanlıydım ve tam da o gece bedbaht bir durumda, kafamın içi karmakarışık, o sağanağın altında bir banka çökmüş kara kara düşünüyordum.  şık olduğum kadın beni o akşam zehirlemek istemişti. Hikâyenin buraya kadar olan kısmının, bundan sonra anlatacaklarımla çok az ilgisi var, ama yine de başlı başına çok garip bir hikâye olduğuna inanıyorum. Yıllarca hiç aklıma gelmedi, fakat son defa Paris’teyken operada bu hanıma rastladım. Locasında oturuyordu. Yanında, pembeler içinde iki ufak kız çocuğu vardı. Sonradan duyduğuma göre torunlarıymış. Eski güzelliği kalmamıştı, fakat yüzünde, onu tanıdığım zamanlarda hiç görmediğim bir huzur ve mutluluk okunuyordu. Niye yanına gidip konuşmadım diye sonra esef ettim. Aşkımız ikimize de mutluluk getirmemişti ama sanırım beni görmek ona, sayısız erkeğin kalbini kırdığı zamanlardaki o şahane güzelliğini hatırlatır, onu mutlu ederdi. Tabii ben de bir zamanlar ki o bedbaht -ama geçiciydi- genç erkeğini hatırlayıp mutlu olacaktım. Usta bir sanatkâr onun o ender güzelliğini tuvalinde veya mermerinde yaşatmayı başaramasa bile, o güzellik benim gibi birçok ihtiyar zihinde ve kalpte yaşamaya devam ediyor. Evet, fevkalade güzeldi. Saçları sapsarıydı. O güne kadar öyle açık bir sarışın görmemiştim. Lakin beyaz ve gül pembesi bir çıkıyı da andırmıyordu. Soluk bir teni vardı. Hatları adeta eski bir pastel tablo gibi veya bir genç kadının donuk bir aynaya yansıyan görüntüsü kadar belirsizdi. Ve bu soğuk ve latif görüntüde tarifi imkânsız bir canlılık ve günümüzde kadınların artık sahip olmadıkları veya artık rağbet etmedikleri türden aranılır bir asalet vardı. Onunla bir sonbaharda tanışmış ve hemen âşık olmuştum. İkimiz de bir şatoda verilen av partisine davetliydik. Misafirler arasında bizden başka bir sürü cıvıl cıvıl hayat dolu genç insan da vardı. Bugün yaşıyorlarsa, sağır ve romatizmalıdır hepsi. O çığlı, serin, pırıl pırıl günde, o büyük kızıl atının üzerinde onu ilk gördüğüm zamanki hâlini, öğleden sonra birlikte, soğuk giysilerimiz içinde sıcacık, şato yolundaki eski taş köprüde yan yana geri dönüşümüzü ölene kadar unutamayacağım. Onu genç bir uşağın, hanımını sevmesi gibi sevdim: Mütevazı, hürmetkâr, uysal ve itaatkâr. Etrafında çok hayranı vardı. O ise güzelliğinden ötürü vakur ve mesafeliydi; varlıksız ve o çevreye uzak bir gencin kalbini rahatlıkla kırabilecek bir insandı. Onunla birlikte geçirdiğim her an -ata bindiğim veya dans ettiğim, komedi oynadığım veya tabloda sessiz kaldığım- yüreğim tarifi imkânsız bir korku, ümit ve hazla dolardı. Sanki kalbimde büyük bir orkestra çalıyordu. Beni mutlu ettiği zaman -öyle denir ya- sanki ebedi mutluluğa erişmişim gibi ona tüm varlığımla sıkı sıkı sarıldım. Hatırlıyorum, bir sabah terasta durmuş sigara içiyor, manzarayı seyrediyordum. Önümde uzanan tepelerde orman, koyu gölgeli dalgalar hâlinde uzayıp gidiyordu. Kendimi Tanrı’ya karşı, hayatın bütün bu güzelliklerini bana bahşettiği için borçlu hissettim. Nasıl olmuştu da, karşılığında bir şart koşmadan, böylesine engin bir mutluluğu bana nasip etmişti? 


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar