Hadi Güle Güle, Uğurlar Olsun
İlerleyen haftalarda onu insan olarak giderek daha yakından tanıma ayrıcalığına sahip oldum -ayrıca onu mesleğini icra ederken seyretme fırsatı da buldum. Mevsimlerden sonbahardı; tiyatro insanlarla dolup taşıyordu. Provaların ardı arkası kesilmiyordu. Martı’nın fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra, İstanbullu Satıcı sahnelendi ve büyük bir başarı kazandı. İşte bu oyunda kadınlar deliye döndü. Açılış gecesinde, birinci perdenin ortasında bir hanım -ya duldu, ya da kocası geç saatlere kadar çalışıyordu- alkış tutup “Yaşa, yaşa Vlashkin,” diye bağırmaya başladı. Bir anda öyle bir gürültü koptu ki oyuncuların oyuna ara vermesi gerekti. Vlashkin öne çıktı. Yalnız bildiğimiz Vlashkin değildi bu... Kapkara saçlı daha genç bir adamdı, yerinde duramayan, cıvıl cıvıl, ağzı laf yapan bir genç. Aynı gece oyunun sonunda yarım asır sonra, yeniden seyircilerin önüne çıktı, bu kez kır saçlı bir filozoftu, hayat okulunun yalnızca okuduğu kitaplardan feyz almış bir öğrencisi, elleri ipek kadar pürüzsüz... Kim olduğumu düşününce -bir hiçtim- ağlamaklı oldum ve böyle bir adam yine de bana ilgiyle bakabiliyordu. Sonra, sağ olsun, hakkımda iyi şeyler söylemesi sayesinde ufak bir zam aldım; ayrıca gecede elli seme kuzenlerim, kayınlarım ve tiyatronun düpedüz hastası olan gençlerle birlikte ayaktaki seyircilerin arasına girerek gülmek veya başlarını kederle öne eğmek için Vlashkin’in aksettireceği duyguları bekleyen yüzlerce soluk çehreyi, tıpkı onun her gece gördüğü gibi, görme lütfuna eriştim. Derken o hüzünlü gün gelip çattı ve annemi öperek ona veda ettim. Daha özgür olabilmem için Vlashkin, tiyatronun yakınında kirası uygun bir oda tutmama yardımcı oldu. Hem böylece seçkin dostumun da soyunma odalarının hayhuyundan uzakta, arkasına yaslanıp istirahat edebileceği bir köşesi olacaktı. Annem ağladı da ağladı. “Bu daha değişik bir hayat tarzı, anne,” dedim. “Hem aşkın emrine boyun eğiyorum ben.” “Sen ha! Sen ne zannediyorsun kendini, ‘Bir hiçsin sen, bir parça peynirin içindeki kokuşmuş bir deliksin, hayatın ne olduğunu bana öğretmek sana mı kalmış?" diye bağırdı çağırdı. Onurum fena halde kırılmış olarak onun yanından uzaklaştım. Ama yufka yürekliyimdir -bilirsin şişmanlar hep böyle olur- sevecenimdir, o yüzden, zavallı annem, diye geçirdim içimden... Hayat hakkında benden daha fazla şey bildiği doğru. Sevmediği biriyle, ruhu Tanrı tarafından çoktan emilip yutulmuş hasta bir adamla evlenmişti. Kocası hiç yıkanmazdı. Nahoş bir kokusu vardı. Dişleri döküldü, kafası kel kaldı, küçüldükçe küçüldü, giderek pörsüdü ve güle güle, uğurlar olsun göçtü gitti. Nihayet yalnızca merdivenlerin altındaki posta kutusundan elektrik faturasını almaya gittiğinde annemin aklına düşer oldu. Babamın anısına ve insanlığa duyduğum saygı yüzünden, aşk uğruna yaşamaya karar verdim. Gülmesene, a cahil kız. Benim için kolay mı oldu zannediyorsun. Anneme az da olsa yardımda bulunmak zorundaydım. Ruthie ile baban, çarşaf, nevresim, birkaç parça çatal bıçak gibi öteberi için para biriktirme derdindeydi. Bu yüzden de kendi yağımla kavrulmak için sabahları parça başı iş yapmak zorundaydım. Ben de çiçek yapayım dedim. Her gün öğleden önce masamın üzerinde koca bir bahçe yeşeriyordu. Bu çiçeklenen benim bağımsızlığımdı canım Lillie’m ama kökleri yoktu ve yüzü kâğıttandı. Bu meyanda Krimberg de peşimden koşmaya başladı. Şüphesiz Vlashkin’in başarısına bakarak, oh ne güzel, çantada keklik diye düşündü... Kumpanyadaki başka erkekler de aynen. O yıllarda peşimden koşanlar şunlardı: Krimberg’i söyledim zaten. Cari Zimmer, kafasına peruk takıp masum delikanlı rollerine çıkardı. Charlie Peel, bu yollara kazara düşmüş bir Hıristiyan, muhteşem setlerin yaratıcısı. “Onun göbek adı renktir,” derdi Vlashkin, hep de böyle lafı gediğine oturturdu ya.
Bunları sana anlatıyorsam, şu ihtiyar şişko teyzenin yalnızlıktan delirmediğini bil diye anlatıyorum. O gürültülü patırtılı yıllarda, ilginç insanlar arasında, bana gençliğim nedeniyle ve birinci sınıf bir dinleyici olduğum için hayran olan dostlarım vardı.
0 Yorumlar